16 Nisan 2013 Salı

İrritable barsak sendromu


“Hastalığın kadınlarda 2 kat daha fazla görülmesi, adet dönemlerinde belirti ve bulguların şiddetlenmesi hormonal faktörlerin rolünü desteklemektedir.”
Belirti ve bulguların 50 yaşın üstünde ve yeni başlangıçlı olması, kilo kaybı, makattan kan gelmesi, dışkılmayla geçmeyen karın ağrısı  özellikle gecede oluyorsa, gecede uyandıran ishal, demir eksikliği anemisi varsa  kolonoskopi gibi daha ileri incelemeler gerekebilir.
Genellikle 40 yaşından sonra başlayan kronik bir hastalıktır. Genel popülasyonun %30’ undan fazlası hayatının belirli bir zaman diliminde bu hastalıktan etkilenmektedir. Kadınlarda 2-3 kat daha fazla gözlenmektedir. IBS olan kişilerde depresyon ve anksiyete gibi psikiyatrik rahatsızlıklara 2 kat daha fazla rastlanmaktadır.
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Halil Bahçecioğlu, irritable barsak sendromu hakkında şu bilgileri verdi: “Kalın barsakların etkilendiği sık görülen bir rahatsızlıktır. Sıklıkla karın ağrısı, şişkinlik, gaz, ishal veya kabızlık gibi yakınmalar vardır. Müzmindir. Barsakta herhangi bir yapısal bozukluk yoktur. Kolon kanseri riskini artırmaz. Barsak kontraksiyonları normalden daha kuvetli ve daha uzun olabilir. Gaz şişkinlik ve ishal olabilir. Barsak kontraksiyonları yavaş olabilir. Sert, ve kuru dışkılama olmasına neden olur.  Barsaklardaki sinir sisteminde anormallikler,  Beyin ve barsaklar arası uyarılarda koordinasyon bozukluğu vardır. Karın ağrısı, ishal ve kabızlık ortaya çıkar.”
Prof. Dr. İbrahim Halil Bahçecioğlu, hastalığı tetikleyen faktörlerin kişiden kişiye değiştiğini belirterek, “Çikolata, yağlı ve baharatlı yiyecekler, süt, karbonatlı gıdalar bazı hastalarda belirti ve bulguları tetikleyebilir. Sınavlar ve yeni işe başlama gibi stres faktörleri belirtileri ağırlaştırabilir, sıklığını artırabilir” diyerek şöyle devam etti: “Hastalığın kadınlarda 2 kat daha fazla görülmesi, adet dönemlerinde belirti ve bulguların şiddetlenmesi hormonal faktörlerin rolünü desteklemektedir.  Barsak infeksiyonları ve barsaklarda aşırı bakteri çoğalması da neden olabilir.  Karın ağrısı ve rahatsızlık hissinin dışkılma ile azalması, dışkılma sıklığında, şeklinde değişiklik olması ve bunun son üç ay içinde, ayda en az üç gün sürmesi ve diğer nedenlerin dışlanması ile teşhis konulabilir. 
Belirti ve bulguların 50 yaşın üstünde ve yeni başlangıçlı olması, kilo kaybı, makattan kan gelmesi, dışkılmayla geçmeyen karın ağrısı özellikle gecede oluyorsa, gecede uyandıran ishal, demir eksikliği anemisi varsa  kolonoskopi gibi daha ileri incelemeler gerekebilir.
Bazı yiyecek ve içecekler belirti ve bulguları artırabilir. Alkol, çikolata, kafeinli kahve ve soda gibi içecekler, sorbitol ve manitol gibi tatlandırıcılar ve yağlı yiyeceklerin diyetten elimine edilmesi belirti ve bulguları iyileştirebilir.  Sıvı alınımın artılması yarar sağlayabilir. Her gün aynı saatte yemek yeme barsak hareketlerinin düzenli olmasını sağlayabilir. İshalli hastalarda sık öğünler halinde beslenme, kabızlığı olanlarda yalnızca normal öğünlerde yemek yenmesi ve diyetteki fiber oranının arttırılması yararlı olabilir. Ayrıca hastaların belirti ve bulgularına yönelik olarak ilaç tedavileri uygulanabilir.”

Dört kişiden birinde karaciğer yağlanması var


Karaciğer yağlanması olan hastalarda, şeker hastalığı, damar sertliği, pankreas ve meme kanseri oranı, yağlanma olmayanlara kıyasla anlamlı olarak yüksektir. Karaciğer yağlanması, toplumda en sık rastlanan karaciğer hastalığının ötesinde, en sık rastlanan hastalıklardan birisi haline gelmiştir. 
Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Şentürk,  Türk toplumunda karaciğer yağlanmasının çok fazla görüldüğünü belirtti. Şentürk, “Karaciğer yağlanması, siroz ve karaciğer kanserinin en büyük nedenlerindendir” diye konuştu. 
Şentürk, Türk toplumunda 4 kişiden birinde karaciğer yağlanması görüldüğünü belirtti. Karaciğer yağlanmasının alkolik karaciğer yağlanması ve non alkolik karaciğer yağlanması olarak iki grupta incelendiğini belirten Dökmeci, “Alkolün ilk etkisi olan karaciğer yağlanmasının derecesi fazlaysa başka hastalıklara da yol açar. Ancak alkolün neden olduğu karaciğer yağlanmasından kurtulmak mümkündür. Alkolü kesince hasta normale döner” diye konuştu.  
Alkole bağlı olmayan karaciğer yağlanmasını ise dört faktöre bağlayan Prof. Dr. Şentürk, bu sebepleri; genetik özellik, insülin direncinin gelişmesi, düzensiz beslenme ve metabolik sendrom şeklinde açıkladı. Yağlı yiyecekler, fast food yiyeceklerin obeziteye dolayısıyla da karaciğer yağlanmasına yol açtığını bildirdi ve tedavi edilemeyen karaciğer yağlanmasının uzun yıllar sonra karaciğer kanserine yol açabileceğini belirtti. 
Karaciğer dokusu içindeki yağ oranı sağlıklı koşullarda % 5’den azdır. Bu oran, yağlanmanın derecesine bağlı olarak % 90’lara kadar çıkabilmektedir. Karaciğer yağlanmasının temel nedeni, çoğunlukla, aşırı beslenme ve egzersiz azlığı, seyrek olarak da yüksek derecede alkol alımı ve genetik hastalıklardır. Alınan yağlar ve şeker yakılarak tüketilmedikleri taktirde karaciğerde yağ birikmesine yol açmaktadırlar. Karaciğerde yağ birikmesinin uzun süre devam etmesi, sertleşme ve sonuçta siroz, karaciğer yetersizliği ve kansere yol açabilmektedir. 
Toplumda karaciğer yağlanma oranı, son zamanlarda, toplumdaki global şişmanlamanın sonucu olarak, % 15’lere kadar yükselmiştir. Karaciğer yağlanması olan hastalarda, şeker hastalığı, damar sertliği, pankreas ve meme kanseri oranı, yağlanma olmayanlara kıyasla anlamlı olarak yüksektir. Karaciğer yağlanması, toplumda en sık rastlanan karaciğer hastalığının ötesinde, en sık rastlanan hastalıklardan birisi haline gelmiştir. Çoğu zaman sessizdir. Bazen halsizlik, yorgunluk, ve karın sağ üst kısmında şişkinlik, dolgunluk gibi bulgular verebilir. 
Tedavisindeki temel nokta egzersizin artırılması ve beslenmenin uygun tarzda düzenlenmesidir. İlaçların etkisi çok sınırlıdır. 

Behçet hastalığı en sık Türkiye’de görülüyor


Türkiye’de her bin kişiden 1-4’ünde Behçet hastalığı görülüyor. Hastalığın dağılımındaki bu özelliğin iklim ya da bir başka coğrafi nedenden daha çok, bu bölgede yaşayan insanlarda belirli doku grubu antijenlerinin görülme sıklığı ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Genç erkeklerde daha ağır seyrediyor.


Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İhsan Ertenli, Behçet hastalığının 1937 yılında Hulusi Behçet tarafından tanımlanmış olan, nedeni bilinmeyen iltihaplı bir hastalık olduğunu belirterek; “Behçet hastalığı dünyada her yerde aynı sıklıkta görülmez. Hastalığın görülme sıklığının en yüksek olduğu bölge ülkemizdir ve her bin kişiden 1-4’ünde Behçet hastalığı olduğu saptanmıştır’ dedi.
Hastalığın belirgin özelliklerinin ağız içi ve genital bölgede tekrarlayan ülserler, ciltte kırmızı, ağrılı şişlikler, sivilceler ve gözde kızarıklık ve bulanık görmeye yol açan atakları olduğunu ifade eden Ertenli, hastalığın diğer organ sistemlerini de tutabileceğini, bunlar arasında eklem, toplardamar ve atardamarlar, beyin ve bağırsak tutulumunun yer aldığını kaydetti.
Behçet hastalığının dünyada her yerde aynı sıklıkta görülmediğine dikkati çeken Prof. Dr. İhsan Ertenli, şöyle devam etti: 
"Hastalığın görülme sıklığının en yüksek olduğu bölge ülkemizdir ve her bin kişiden 1-4’ünde Behçet hastalığı olduğu saptanmıştır. Akdeniz’in doğusunda yer alan ülkelerde, Ortadoğu’da sık görülür. Bu bölgeden başlayarak, Kore, Çin ve Japonya’ya kadar uzanan hat boyunca da Behçet hastalığının sık görüldüğü bilinmektedir. Bu coğrafi dağılım, tarihi İpek Yolu üzerine denk geldiği için, Behçet hastalığını İpek Yolu hastalığı olarak isimlendiren araştırmacılar da vardır. 
Hastalığın dağılımındaki bu özelliğin iklim ya da bir başka coğrafi nedenden daha çok, bu bölgede yaşayan insanlarda belirli doku grubu antijenlerinin görülme sıklığı ile ilişkili olduğu düşünülmektedir"

Genç erkeklerde daha ağır seyrediyor.

Hastalığın erkek ve kadınları benzer sıklıkta etkilediğini ancak hastalığın seyrinin erkeklerde belirgin olarak daha ağır olduğunu ifade eden Prof. Ertenli, "Genç yaşta, genellikle 20 ila 30 yaşları arasında başlar. Tekrarlayan ağız yaraları en sık başlangıç bulgusudur. Hastalık bulguları yaşlanma ile sönme eğilimindedir" dedi.
Behçet hastalığının özellikle hastalığı genç yaşta başlayan erkeklerde ciddi seyretme potansiyeline sahip olduğuna işaret eden Ertenli, kadınlarda genellikle kalıcı hasar oluşturmayan, tekrarlayıcı deri ve eklem bulguları ile seyrederken genç erkeklerde göz ve damar tutulumu gelişme riskinin yüksek olduğunu kaydetti.

Göz tutulumu oluşabiliyor

Hastaların yaklaşık yarısında oluşan göz tutulumunun en önemli özürlülük nedeni olduğuna ve başta erkek hastalar olmak üzere yüzde 25 oranında ciddi görme kaybı ile sonlanacağına dikkati çeken Ertenli, şöyle devam etti:
‘’Göz tutulumu Behçet hastalığının en önemli organ tutulumlarından biridir. Hastalığın seyri boyunca hastaların yüzde 30-70’inde ortaya çıkar. Göz tutulumu genellikle hastalığın ilk yıllarında görülür ve erkeklerde kadınlara göre daha sıktır.
Behçet Hastalığında göz tutulumu değişik şekillerde karşımıza çıkar. Anterior ve posterior üveit, hipopiyonlu iridosiklit, retinal vaskülit temel göz tutulum şekilleridir. Uzun dönemde tekrarlayan ataklar sonucu şineşiler, sekonder glokom ve katarakt gelişimi görülebilir. Kalıcı görme kayıpları ve körlük gelişebilir’’
Atak tedavisinde, topikal tedavi olarak steroidli damlalar ve midriatikler, gerekirse intraoküler steroid enjeksiyonlarıyla birlikte atağın ağırlığına göre sistemik tedavi verilebileceğini belirten Prof. Dr. İhsan Ertenli, erken tanı ve tedavinin hastalığın istenmeyen sonuçlarını önlemede çok önemli olduğunu vurgulayarak sözlerine son verdi. 

11 Nisan 2013 Perşembe

KOAH’ta farkındalık eksik


T.C. Sağlık Bakanlığı ve Türk Toraks Derneği, dünyada KOAH bilincini artırmak üzere kurulan GOLD ve Dünya Sağlık Örgütü önderliğinde ortak GARD Türkiye Projesi kapsamında her yıl Dünya KOAH Günü etkinlikleri düzenleyerek toplumumuzda KOAH farkındalığını ve bilincini artırmayı hedefliyor. 

T.C. Sağlık Bakanlığı ve Türk Toraks Derneği, dünyada KOAH bilincini artırmak üzere kurulan GOLD (Global Initiative of Obstructive Lung Disease) ve Dünya Sağlık Örgütü önderliğinde ortak GARD (Global Alliance Against Chronic Respiratory Diseases) Türkiye Projesi kapsamında her yıl Dünya KOAH Günü etkinlikleri düzenleyerek toplumumuzda KOAH farkındalığını ve bilincini artırmayı hedefliyor. 
Türk Toraks Derneği adına, Dernek Başkanı Prof. Dr. Arzu Yorgancıoğlu tarafından yapılan açıklamada, 19 Kasım Dünya KOAH Günü temasının “yürüyüş” olarak belirlendiği belirtildi. 
KOAH’ın nefes yollarında mikroplarla oluşmayan bir iltihaplanmaya bağlı oluşan ilerleyici bir akciğer hastalığı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Yorgancıoğlu, hastalığın görülme sıklığının 40 yaş üstü yetişkinlerde yüzde 15-20 olduğu vurgulayarak şunları söyledi:  
“Hedefimiz KOAH’ın her yıl daha fazla kişi tarafından bilinmesi ve risk faktörü taşıyan kişilerin sağlık kuruluşlarına başvurularının artırılmasıdır. Türkiye’de 40 yaş üstü her 5 kişiden birinde KOAH var. Yaklaşık 10 KOAH hastasının sadece biri doktora başvurmuş ve doğru tanı alabilmiştir. Bu durumda, ülkemizde bulunan 3-5 milyona yakın KOAH’lı hastanın sadece 300-500 bini kendisinde hastalık olduğunu bilmektedir.”
KOAH ülkemizde 4. ölüm nedeni
Küresel Hastalık Yükü Çalışması verilerine göre, KOAH’ın yılda 2,9 milyon ölüme neden olduğunu belirten Prof. Dr. Yorgancıoğlu şu bilgileri paylaştı: 
“Günümüzde dünyada tüm ölümlerde 4. ölüm nedeni, bulaşıcı olmayan hastalıklar içinde 3. ölüm nedeni haline gelen KOAH, tüm ölümlerin de %5,5’inden sorumludur. Türkiye’de solunum sistemi hastalıkları tüm ölümler içerisinde en sık görülen 4. ölüm nedenidir ve bu ölümlerin  % 61,5’i KOAH nedeniyledir. Toplumun KOAH konusunda yeterli bilgiye sahip olmaması, hastalığın erken tanısını ve etkin tedavisini güçleştirmektedir”
En yaygın görülen risk faktörü sigara
KOAH gelişimi için tüm dünyada en yaygın görülen risk faktörünün sigara dumanı olduğunu ifade eden Yorgancıoğlu şöyle devam etti: 
“Sigara içenler, içmeyenlere göre, daha fazla solunumsal şikayetlere, daha fazla solunum fonksiyon kaybına ve daha yüksek KOAH ölüm oranlarına sahiptirler.
Pipo, puro, nargile gibi tütünsel ürünler ve çevresel tütün dumanı da KOAH gelişimine katkıda bulunmaktadır. KOAH gelişiminde genetik risk faktörlerinin rolü henüz çok iyi aydınlatılamamış olmasına rağmen, sağlıkta eşitsizlik, özellikle odun, tezek, kök benzeri yakıt kullanımına ikincil iç ortam hava kirliliği ve tozlu-dumanlı işyerlerinde çalışmanın en önemli çevresel risk faktörleri olduğu bilinmektedir. Yetersiz fiziksel aktivite de artık bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. KOAH’da en sık görülen yakınmalar nefes darlığı, öksürük ve balgam çıkarılması şeklinde görülmektedir”
KOAH’ın tedavisi mümkün 
KOAH’ın ilerleyici bir hastalık olmasına karşı önlenebilir ve tedavi edilebilir bir hastalık olduğunun altını çizen Prof. Dr. Yorgancıoğlu şöyle devam etti: 
“KOAH’lı bir hastanın yapması gereken ilk iş sigarayı bırakmak amacıyla hekime başvurmasıdır. Sigara bağımlılığı tedavi edilebilen bir hastalıktır. Bunun dışında, diğer zararlı toz ve dumandan uzak durulması, grip ve zatürre aşılarının yapılması ve nefes yoluyla alınan ilaç tedavisinin yanı sıra fiziksel aktivitenin önerilmesi ve uygulanmasının sağlanması; hem hastalık gelişimi, hem hastalığın ilerlemesi ve kötü sonuçlarının önlenmesinde önemli bir adımdır. 
Yeterli bir fiziksel aktivite için ağır egzersizlere gerek yoktur, haftanın çoğu günleri yapılan orta yoğunluktaki fiziksel aktivite yeterlidir. Herkesin yapabileceği bir aktivite olan yürüyüş, düzenli fiziksel aktivitenin sağladığı hemen tüm yararları sağlayabilmektedir. Sağlığın iyileştirilmesi ve korunması için haftanın en az beş günü, günde en az 30 dakika süre ile örneğin yürüyüş gibi orta yoğunlukta fizik aktivite önerilmektedir.”.

Yol güvenliği buluşması


Ülkemizdeki trafik kazalarına bağlı oluşan yaralanma ve ölümlerin yüksekliği göz önüne alınarak, ilgili sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları ile Küresel Yol Güvenliği Programı  kapsamında bir çalışma grubu oluşturulup, durum raporu hazırlanması kararı alındı.

Günde ortalama 10 kişinin ölümü, 800’e yakın yaralanmayla sonuçlanan trafikte yaşanan çarpışmaları, sebepleri, alınması gereken tedbirler ile ülke gündeminde öncelikli sıraya taşımak amacıyla; Ülkemizdeki trafik kazalarına bağlı oluşan yaralanma ve ölümlerin yüksekliği göz önüne alınarak, ilgili sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları ile Küresel Yol Güvenliği Programı  kapsamında bir çalışma grubu oluşturulup, durum raporu hazırlanması kararı alındı. Bu amaçla 9-10 Kasım 2014 tarihlerinde Sivil Toplum Kuruluşları temsilcileri “Yol Güvenliği Sivil Toplum Buluşması” adıyla düzenlenen toplantıda bir araya geldi.
Prof. Dr. Elif Dağlı, 2013 yılında gerçekleşen ölümlü yaralanmalı kazalar, toplam kazaların yüzde 13.36’sıyken, bu oran 2012 yılında yüzde 10.35 oranında olduğunu, kazanın olduğu yerdeki yolun geometrik özelliğine göre trafik kazası ve sonucu incelendiğinde, yerleşim yeri veya yerleşim yeri dışında ölümlü ve yaralanmalı kazaların büyük çoğunluğunun düz, eğimsiz, kavşak olmayan ve geçit bulunmayan yollarda yani maksimum hız sınırında sürüş yapmaya uygun yollarda meydana geldiğinin anlaşıldığını belirtti. 
Sağlık Enstitüsü Derneği Başkanı Dağlı, sözlerini şöyle sürdürdü:“Ölen ve yaralananların 19.505’inin 0-9 yaş arası çocuklar olduğu acıtıcı bir gerçek. Bu çocuklarımızın 202’si olay yerinde yaşamını kaybetti. Yaralanan 10-14 yaş grubu 13.405 çocuğun akıbeti bilinmiyor. Tıpkı 15-24 yaş grubunda yaralanan 68.170 gencimiz gibi. Yol güvenliği hakkının tesisi için hız sınırlarının düşürülmesi gerekiyor.”

Aktif iş gücü kaybı
Derneğin Küresel Yol Güvenliği Programı Direktörü Tanzer Gezer ise uygulamada alınan tüm önlemlerin, yetkililerce kesilen binlerce cezanın, trafikte ölenlerin ve yaralananların sayısını azaltmada ve ölümlü yaralanmalı kazaların toplam kazalara oranını düşürmekte etkili olmadığını ifade etti. Gezer, 2013 yılında trafik kazasında ölen ve yaralanan sayısının 278.514 olarak gerçekleştiğini, bu sayının 2012 yılındaki ölen ve yaralanan sayısından 6.685 kişi daha fazla olduğunu vurguladı.Ölen ve yaralananların yüzde 57’sinin 25-64 yaş grubunda olması dikkat çeken Gezer, ekonomiye katılım çağında 159.655 yetişkinden yani aktif işgücü kaybından bahsedildiğini, kazaların topluma ve ekonomiye maliyetinin çok yüksek olduğunun altını çizdi. 

“Hızlı araçlar ve yüksek hız sınırları kazaları artırıyor”
Gezer, “Türkiye İstatistik Kurumu’nun son yayınladığı veriye göre Ocak-Ağustos döneminde trafiğe kaydı yapılan 373 bin 810 adet Otomobilin yüzde 68’i 1400 ve üstü motor silindir hacmine sahip ve bu araçlar yüksek hızlara çok kısa zamanda ulaşabiliyorlar” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “Trafik Yönetmeliği, yerleşim yeri içinde araç cinsine bakılmaksızın hız sınırını 50 km/saat olarak belirliyor. Buna göre yerleşim yeri içinde bir otomobil de bu hızda seyir ediyor minibüs, otobüs, kamyonet, kamyon hatta çekiciler de. Yerleşim yerinde yerel yönetimlere hız sınırını arttırma yetkisi verildiği ve yönetimlerin bunu uyguladıkları gözetildiğinde yerleşim yeri içerisinde hız sınırları, bölünmüş devlet ve il yolları, belediyelerin yapım ve bakımından sorumlu olduğu, taşıma kapasitesi yüksek yollarda 82 km/saate kadar artıyor.” 
Gezer ayrıca, polisin hız cezası yazarken sürücüye yüzde 10 oranında bir opsiyon da tanıdığı gözetildiğinde yerleşim yeri içinde hız sınırları 90 km/saat olarak düzenlenmiş olduğunu, bu durumda kaza anında maksimum korunma için emniyet kemerinin istisnasız her yolcu için zorunlu kılınması için gerekli hukuksal düzenlemenin daha fazla ertelenmesinin yanlış olacağını belirtti.
Toplantıya konu ile ilgili davet edilen meslek ve sivil toplum örgütleri katıldı. Bloomberg Vakfı desteğiyle, Sağlık Enstitüsü Derneği  ve Association for Safe International Travel(ASIRT) ev sahipliğinde gerçekleştirilen toplantıya katılan örgütler arasında; Türk Tabipleri Birliği, Tıp Hukuku Derneği, Göğüs Cerrahisi Derneği, Türk Uyku Tıbbı Derneği, Türk Toraks Derneği, Türk Geriatri Derneği, Türk Nöroşirurji Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Türk Ortopedi ve Travmatoloji Birliği Derneği, Türkiye Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Derneği, Türkiye Acil Tıp Derneği, Türk Nöroloji Derneği, Türkiye Aile Hekimleri Uzmanlık Derneği, Türkiye Barolar Birliği, Paramedik Derneği, Tüketici Hakları Derneği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği temsilcileri yer aldı.

Yol Güvenliği Sivil Toplum Buluşması Bildirgesi
Türkiye’de trafik kazalarının oluş biçimi ve sonuçları açısından bir halk sağlığı sorunu olduğu açıktır. Trafik kazaları en çok 15-44 yaş grubunda görülmektedir. Ancak, bu tespit, diğer yaş ve bireysel özelliklerin dikkate alınmasını dışlamamalıdır. 
Trafik kazalarının durumuna ve kazaların yarattığı sağlık, sosyal, ekonomik, vb. her türlü sonucuna ilişkin güncel bilimsel ülke düzleminde verilere ve araştırma sonuçlarına gereksinim olduğu düşünülmektedir.Öncelikli hedefin trafik kazalarının olmamasını sağlayacak koşulların yaratılması gerektiği ve aşağıdaki temel sorumluluklar kapsamında bu gereklilikle ilgili olarak öncelikli adresinin kamusal mekanizmalar olduğu düşünülmektedir. Kanunlarda var olan eksikliklerin acilen giderilmesi, kanunların uygulanması, herkes için eşit uygulanması ve sürekli uygulamanın izlenmesi iradesi oluşmalıdır.
Yol güvenliği ile ilgili olarak karayolu, denizyolu demiryolu, havayolu seçeneklerinin gözden geçirilerek eksik altyapının tespitinin tamamlanması ve gerekli düzenlemelerin yapılması, herkesin güvenle kullanabileceği toplu taşıma olanaklarının sağlanması sosyal devlet bilinci gereğidir. Toplumda trafik kuralları ile ilgili bilgi, tutum ve davranışın istenilen düzeye getirilebilmesi için farkındalık ve eğitim çalışmalarının yapılması, sivil toplum katılımına fırsat verilmesi önemlidir.
Öncelikli konular; Kaza yerine ulaşımda yaşanılan aksaklıkların önlenmesi, acil sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, sağlık çalışanlarının trafik kazalarına yönelik öncelikli müdahaleler konusunda bilgi, tutum ve davranışlarının güncel tutulması için eğitimlerin uzmanlık dernekleri başta olmak üzere ilgili meslek örgütleri tarafından sağlanabilmesinin yönteminin geliştirilmesi, sağlık kurumuna gereksinim duyan yaralıların en yakın sağlık kurumuna ulaştırılabilmesini engelleyen koşulların iyileştirilmesi, ulaştırıldıkları sağlık kurumlarında en üstün sağlık hizmetini almalarının sağlanması, bu konuda teknik donanım dahil varsa eksikliklerin giderilmesi, meydana gelmiş yeti yitimi/sakatlık durumlarında da gereksinim duyulan hizmetlerin ulaştırılmasının sağlanması gerekmektedir.
Emniyet kemeri ve diğer tertibatların koruyuculuğunun bilimsel olarak ölçümlenmesi ve sonuçlarının yaygın olarak paylaşılması önemlidir.
Geniş kitlelerin eğitiminde ve toplumsal farkındalık yaratılmasında en önemli paydaş olarak basının sık sık bilgilendirilmesi için medya araçlarının belirlenmesi, medya dilinin hasta hakları, insan hakları odaklı olarak geliştirilmesi gerçekleştirilmelidir.
Yol güvenliği ile ilgili sosyal politikaların oluşturulmasına sivil toplum katkısı yaratabilmek için sağlık verilerin toplanması, retrospektif maliyet analizinin gerçekleştirilmesi, oluşturulan iletişim ağının daha geniş sivil toplum yelpazesine kavuşturularak hayata geçirilecek uzmanlık platformunun işlevsel kılınması hedeflenmiştir.

Kanserde doğru beslenme iyileşme süresini kısaltıyor


“Tedaviden önce beslenme desteği alan hastalar, ağrıya karşı daha dirençli olurken iyileşme süreleri de kısalıyor. Bunun yanı sıra hastanede yatış süreleri daha az oluyor ve genellikle normal hayata da daha çabuk dönüyor. Ayrıca ameliyattan sonra enfeksiyon ve diğer birçok komplikasyona yakalanma oranı da düşüyor.”
Kanser tedavisinde beslenmenin önemini biliniyor. Doğru beslenme sadece tedavi sırasında ve sonrasında değil, öncesinde de vücudu güçlü kılmanın olmazsa olmazı. Ancak kanser cerrahisinden önce tüm hastalara uygulanabilecek tek bir çeşit beslenme formülü bulunmuyor. Kişinin sağlık durumu, kaybettiği kiloların düzeyi, kanserin çeşidi gibi birçok faktör operasyon öncesi gerekli ihtiyaçları belirliyor. Bu sürede ek gıdalar, mama destekleri, vitaminler ve vücudun direnç düzeyini etkileyebilen yandaş ürünler de kullanılabiliyor. 
Beslenme desteği alan hastaların cerrahiden sonra kendilerini iyi ve güçlü hissettiklerini belirten Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi’nden Genel Cerrah Yard. Doç. Dr. Babek Tabandeh, “Tedaviden önce beslenme desteği alan hastalar, ağrıya karşı daha dirençli olurken iyileşme süreleri de kısalıyor. Bunun yanı sıra hastanede yatış süreleri daha az oluyor ve genellikle normal hayata da daha çabuk dönüyor. Ayrıca ameliyattan sonra enfeksiyon ve diğer birçok komplikasyona yakalanma oranı da düşüyor” dedi. Tabandeh, şu bilgileri verdi:
Kanser hastalığı vücudumuzda yabancılaşmış, yüksek büyüme ve üreme potansiyeline sahip hücrelerin kitleler oluşturarak, ayı zamanda yayılarak hem organlarımıza zarar veren hem de enerjimizi tüketerek bizi açlıkla karşı karşıya bırakan bir durum. Günümüzde kanser nedeniyle kaybedilen birçok hasta, hastalığın son safhalarında gelmeden, açlık nedeniyle veya beslenme yetersizliği sonucunda doğan yandaş hastalıklar yüzünden yaşamını yitiriyor. Gıda yetersizliği başta enfeksiyon olmak üzere birçok hastalığa da sebep olabiliyor. Bu nedenle kanser cerrahisi öncesi özel beslenme ve destek tedavisinin tamamen bilimsel bir süreç olduğu birçok çalışma sonucunda ispatlandı. Beslenme desteği ile tedavinin başarı oranını artırmakla birlikte hiçbir zaman hastalığın tedavisi için tek başına yeterli değil. 

Beslenme güçlü bir silah
Kanser tedavisi öncesinde ve sırasında vücudu güçlü kılmak çok önemli. Gerekli vitamin ve yapı taşlarının temini, yeterli minerallerin, elementlerin ve hatta su ile oksijenin sağlanması bile insan vücudunu olumlu yönde etkiliyor. Bu nedene kanser cerrahisinden 1-2 hafta önce başlanan ve operasyona kadar devam edilebilen destekle, hastanın vücudu güçlendiriliyor. Kanserle savaşta beslenmenin başarı yolunda önemli bir silah olduğu tartışılmaz bir gerçek.

Beslenme formülü tek değil
Kanser cerrahisinden önce tüm hastalara uygulanabilecek tek bir çeşit beslenme formülü bulunmuyor. Vücudun genel sağlık durumu ve yandaş hastalıkları, kaybedilen kiloların düzeyi, kanserin çeşidi ve kaynaklandığı organ gibi birçok faktör operasyon öncesi ihtiyaçları belirliyor. Bu amaçla hastanın günlük aldığı gıdalara ek olarak mama desteği yapılabilir. Vitaminler ve vücudun direnç düzeyini etkileyebilen yandaş ürünler de kullanılabilir. Böyle bir beslenme desteğinden sonra operasyona giren hastalar, ağrıya karşı daha dirençli olurken iyileşme süreleri de kısalıyor. Hastanede kalış süreleri daha az ve genellikle normal hayata da daha çabuk dönüyor. Bunlara ek olarak ameliyattan sonra enfeksiyon ve diğer birçok komplikasyona yakalanma oranları da azalıyor.

Tüm kanserleri kapsayan diyet programı yok
Kanser tedavisi için geliştirilmiş birçok diyet programı bulunuyor. Kanser hücrelerinin farklılığı ve hastaların sahip oldukları hastalıklar bu beslenme programlarının çeşitliliğini etkiliyor. Bu nedenle her tür kanseri kapsayan ortak bir beslenme önerisi sunmak mümkün değil. Kanser hastalığının tanısının konulmasına kadar geçen süre içerisinde genellikle beslenmenin bozulması, iştahın kaybı, metabolizmanın yükselmesi ve kilo kaybı ortaya çıkabiliyor. Yıpranmış ve güçsüz kalmış bir vücuda yapılacak cerrahi bir müdahalede hasta, stresle karşı karşıya kalabiliyor. İşte bu noktada kanser cerrahisinden önce beslenmenin önemi ortaya çıkıyor. 

Mevcut hastalıkların seyrini değiştiriyor
Kanser hücrelerinin sayısı hastanın vücudunda çoğaldıkça, tükettikleri enerji de artıyor. Kanser olanlar yorgun ve bitkin oluyor. Hızlı kilo kayıpları başlıyor ve ne yazık ki çoğu zaman iştah kaybı da ortaya çıkıyor. Artan besin gereksinimine karşın azalan gıda alımına kanser hücrelerinin etkilediği sindirim organlarının işlev bozukluğu da eklenince beslenme yetersizliği kaçınılmaz oluyor. Yağlar ve kaslar erimeye başlıyor, organlar güçsüzleşiyor. Vücudun koruma ve onarım mekanizmaları işlevlerini yerine getiremiyor. Kansere karşı savaşmak imkansız hale geldiği gibi enfeksiyon etkenlerine karşı direnç de ortadan kalkıyor. Bu nedenle birçok kanserli hasta organ yetmezliklerinden önce enfeksiyon nedeniyle kaybediliyor. Ayrıca şeker hastalığı, kalp yetmezliği ve akciğer problemlerini uygun tedavi ile senelerce idare edebilen hastaların dengesini kanser, olumsuz yönde değiştirebiliyor. Sonuçta kanserin tetiklediği beslenme yetersizlikleri, senelerdir var olan bu organ hastalıklarının ilerlemesine ve ölümcül safhalara hızla ulaşmalarına neden oluyor. 

Hızlı yayılan türlerde önce cerrahi müdahale
Malign melanom denilen ben kanseri veya tiroit kanserleri gibi hızlı yayılan türlerde cerrahi müdahale öncesinde kaybedilen zamanın getirebileceği zarar yüzünden hekimler biran önce operasyona yöneliyor. Ayrıca erken tanı döneminde metabolizmanın hala dengede olduğu hastalarda, cerrahi öncesi beslenmenin önemi azalıyor. Öte yandan hastalıkları metabolizmayı etkilemeden direkt olarak hedef bir organa saldıran, beyin tümörü olan hastalar için de zaman kaybedilmeden ana cerrahi tedavisine yönelmek gerekiyor.

Kanserde psikolojik destek


“Türkiye’de yılda 300 bin kişiye kanser tanısı konuyor. Kanser hastalarının yarısından fazlası tedavi ve destek gerektirecek düzeyde psikolojik sorun yaşıyor. Kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaleler kişinin psikolojisini bozabiliyor. Bunların yanı sıra hastalığın kendisi de psikolojik sorunlara neden olabiliyor.”

Prof. Dr. Sedat Özkan, kanser hastalarının psikolojik destek alması gerektiğini belirterek, “Kişinin yaşadığı depresyon, bağışıklık sisteminin çökmesini hızlandırır. Dolayısıyla tedaviye katılımı bozulur. Bu nedenle psiko-onkolojik tedavi, genel tedavinin ayrılmaz bir parçasıdır” dedi.
Beden, beyin ve ruh bir bütündür. Bedendeki olumsuzluklar beyni etkiler, bu ruha yansır, ruhun ızdırabı da beyin kanalıyla bedene yansır. Kanserin ortaya çıkışında psikolojik durumun rolü vardır. Ama daha da önemlisi ruh halinin hastalığın seyrini etkiliyor oluşu. Ciddi zorlanmalar, duygusal çatışmalar, kronik stresler, travmalar, kayıp, çaresizik, yas ve aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsem bıyık durumları, kişideki mevcut kanser sürecini hızlandırır. Zihinde çözülemeyen problemler ruhun ızdırabı olmaya doğru akar ve bu da hormonlar aracılığıyla bağışıklık sistemini zafiyete uğratmaya başlar.
“Kanseri tedavi etmek kanserli hastayı tedavi etmek anlamına gelmez”
Hastanın psikolojisini de iyileştirmek gerek. Hasta iyi hissetmeli. Bu, tedaviye uyumunu kolaylaştırarak hastalığın seyrine etki eder. Eğer bir kanser hastasında ruhsal çökkünlük var ise, o hastanın depresyonu tedavi edilmediği sürece, kanseri tam tedavi etmiş sayılmayız. Depresyon sebebi ve süreçleri ne olursa olsun, hastanın beyin kimyasını bozacağından hormonal sistem kanalıyla kanserin seyrine etki eder. Kanserli hastanın psikolojisini dikkate almadan yapılacak tedavi, ameliyat başarılı geçti hasta öldü demek gibi bir şey olur. Türkiye’de yılda 300 bin kişiye kanser tanısı konuyor. Kanser hastalarının yarısından fazlası tedavi ve destek gerektirecek düzeyde psikolojik sorun yaşıyor. Kemoterapi, radyoterapi ve cerrahi müdahaleler kişinin psikolojisini bozabiliyor. Bunların yanı sıra hastalığın kendisinin de psikiyatrik sorunlara neden olabildiğini belirten Prof. Özkan, bu noktada psiko-onkolojinin önemine işaret ediyor.
“Kanser hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklar arasında, uyum bozuklukları, anksiyete bozuklukları, depresif sendromlar, organik beyin sendromları, kişilik bozuklukları bulunmaktadır. Her iki kanser hastasından birinin psikolojik desteğe ihtiyacı vardır. Kanserle birlikte hasta bir kriz yaratır; egosu, homeostatik dengesi ve hayata bakışı etkilenir.
Psikolojik tedavi eş zamanlı ve eş güdümlü sunulmalıdır
Kanser hastalarına en uygun tıbbi hizmet, fiziksel tedavi ve bakımla birlikte psikiyatrik tedavi ve psikososyal bakım hizmetinin eş zamanlı ve eş güdümlü ekip olarak sunulmasıyla mümkündür. Kanser hastalığında psikolojik yaklaşım ve psikolojik tedaviyle birlikte, hastalardaki psikolojik kaygı ve acıyı azaltmak, uyumu sağlamak, yaşam kalitesini arttırmak, duyguların ifadesine yardımcı olmak, mücadele ve yaşama gücünü arttırmak, hastalığın yarattığı çok yönlü krizle sağlıklı baş etmeye yardımcı olmak, var olan yanlış algıları düzeltmek, ‘ya hep ya hiç’ tarzı davranış ve düşünceleri düzeltmek, sosyal destek ve iletişimi güçlendirmek amaçlanır.”
Prof. Dr. Sedat Özkan, psikolojik sorunların kanser tedavisini olumsuz etkilediğini söylüyor.
Dünyada birçok kanser merkezi ve kanser hastalarına hizmet veren sağlık kurumlarında, hastaların ve yakınlarının ruhsal durumlarına yönelik desteğin tıbbi tedaviyle bir arada verildiğini ve böylece biyopsikososyal bir yaklaşım hedeflendiğini belirten Prof. Özkan, Türkiye’deki kanser hastalarına ise yeterli psikolojik destek verilmediğini söyledi.
Türkiye bu alanda dünyanın gerisinde
“Ülkemizde kanser hastalarına yaygın destek verildiği kanaatinde değilim. Öncelikle bu anlayışı hastalarda, ailelerde ve toplumda, sağlık sistemi içerisinde geliştirmek gerekir. Bu sistemi sunacak özel uzmanlar olmalıdır ve bu uzmanlar psikoonkoloji alanında özel olarak eğitilmelidirler. Halkımız hastaların psikolojisine yönelik oldukça duyarlıdır. Ancak hastalara bu anlamda verilecek destek bilimsel yönde olmalıdır. Hasta yakınlarının da bu konuda hassas davranmaları gerekir. Amacımız; kanseri tedavi ederken hastada ortaya çıkma riski yüksek olan kaygı bozukluğu, depresyon, çöküntü ve beyin işlev bozukluğunu da tedavi etmektir. Çünkü Kişinin yaşadığı depresyon ister kansere ister kemoterapiye bağlı biyolojik süreçlerden dolayı olsun, kişinin bağışıklık sisteminin çökmesini hızlandırır. Dolayısıyla kişinin tedaviye katılımı bozulur.”

Aile hekimlerinin de ailesi var


Avrupa’daki aile hekimlerinin hem sorumlu oldukları alanlar hem de iş yükleri açısından 4 kat fazla iş yüküyle karşı karşıya bulunduklarını belirten Dr. Girginer, son olarak gündeme getirilen nöbet-esnek mesainin ise aile hekimliğinin ruhuna tamamen aykırı bir durum olduğunu belirtti. 

Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu’nun düzenlediği AHEKON 2014 Kongresi Antalya’da gerçekleştirildi.  Aile hekimlerinin sorunlarının ağırlıklı olarak tartışıldığı kongrede Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun gündeme getirdiği nöbet-esnek mesai uygulamasına tepkiler dile getirildi. AHEF Genel Başkanı Dr. Murat Girginer aile hekimliğine ölçüsüz olarak eklenen iş yükünden yakınarak aile sağlığı merkezleri ve toplum sağlığı merkezlerinde görevli aile hekimleri ve yardımcı sağlık personeli için sağlık bakanlığınca getirilen nöbet uygulamasını eleştirdi.
Ölçüsüz eklenen iş yükleri
Avrupa’daki aile hekimlerinin hem sorumlu oldukları alanlar hem de iş yükleri açısından 4 kat fazla iş yüküyle karşı karşıya bulunduklarını belirten Dr. Girginer, son olarak gündeme getirilen nöbet-esnek mesainin ise aile hekimliğinin ruhuna tamamen aykırı bir durum olduğunu belirtti. Hem uluslararası anlaşmalara hem ILO sözleşmesine aykırı olan nöbet uygulamasını eleştiren Dr. Girginer aile hekimlerinin de bir ailesi olduğunu hatırlatarak şunları söyledi:
“En büyük sorunumuz ölçüsüz eklenen iş yükleri. Birinci basamakta dünyada dört ayrı bilim dalı var: Aile hekimliği, acil tıp, adli tıp ve halk sağlığı var. Ama bizde bu dört görevi sadece aile hekimleri üstlenmesi bekleniyor. Acil nöbetlerini aile hekimlerinin üzerine ekleniyor, adli tıp ile ilgili görevler de yine bizim üstümüzde. Avrupa’daki ve dünyadaki meslektaşlarımıza göre hem iki kat daha fazla hastamız var hem de dört kat fazla iş yükümüz var. Bu da bizim aile hekimliğinin tanımındaki gerçek görevlerimizin yapılmasını engelliyor. 
Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı Türkiye’deki sağlıkla ilgili değerlendirme raporunda özellikle bulaşıcı olmayan kronik hastalıklar; diyabet, hipertansiyon gibi konularda aile hekimlerinin koruyucu hekimlik vasfının Türkiye’de tespit ve tedavi anlamında yetersiz kaldığı ile ilgili bir geri bildirim vardı. Birçok aile hekimi arkadaşımız buna tepki gösterdiler ama ben bunun aslında objektif gözle yapılan bir değerlendirme olduğunu ve doğruyu yansıttığını düşünüyorum. Çünkü sadece aile hekimliği yapmıyoruz, onun üzerine ölçüsüz eklenen iş yüklerimiz var. Dolayısıyla asıl yapmamız gereken sağlık hizmetlerinde; koruyucu sağlık hizmetlerinde, diyabet ve hipertansiyon gibi bulaşıcı olmayan kronik hastalıkların takip ve tedavisine vakit ayıramıyoruz artık. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu değerlendirmesi bu ülkenin sağlık politikalarını yönetenler için ışık olmalı, çünkü biz de aile hekimliği yapmak istiyoruz. Aile hekimlerine tanımlanan 72 saat hiçbir sözleşmeye, insan haklarına uygun değil. Aile hekimlerinin de bir ailesi var. Yanımızda çalışan ebe ve hemşire kardeşlerimizin de birer aileleri var. Aslında bizim insan haklarımız ihlal ediliyor.”
Aile hekimlerinin kaleminden ödenmeyen ilaçlar
Kronik hastalığı olan yaşlı nüfusun yürüme mesafesindeki aile hekimlerine ulaşmalarıyla ilgili ilaçlarda bir kısıtlama bulunduğunu belirten Dr. Murat Girginer, “SGK’nın ilaçlarla ilgili aile hekimlerinin kaleminde ödenmeyen diyabet ve hipertansiyon ilaçları da var. Biz bu sorunlarımızı bakanlık ve SGK yetkililerine iletiyoruz. Bu yaşlı insanlar evlerinden kalkıp, ikinci, üçüncü basamaktaki hastanelere, arabalarla veya toplu taşıtlarla, randevu alarak gidiyorlar. Ve o yoğunluk içinde ilaçlarını yazdırmaya çalışıyorlar. Bu hastaların aile hekimliğindeki kontrolü de kesilmiş durumda” diye konuştu. Girginer, şöyle devam etti:
“SGK’nın yaptığı bazı düzenlemelerde aile hekimlerine ödenen kalemlerin çıkartılmasıyla ikinci, üçüncü basamağa akan bir hasta popülasyonu var. Aile hekimliğinin genel yapısına bakınca, aile hekimliği genel bütçeden pay alan, SGK’dan bağımsız yapılandırılan bir bütçesi var. Bu laboratuvar için de söz konusu. Aile hekimliği merkezlerinde yapılan bütün laboratuvar hizmetlerinde SGK’nın bir ödemesi yok, aile hekimliğinin temel bütçesinden gelen bir paydan alınıyor. Ve son üç yıldır bu bütçe aynı; 4 milyar lira, artmıyor. Sabit giderimiz var ama bunu daha efektif kullanmamız gerektiği konusunda o hastalara ulaşmamız gerekiyor. O hastalara ulaşamıyoruz, çünkü artık ikinci-üçüncü basamağa gidiyorlar. Ama elimizde bir verimiz yok. Aile hekimlerinin verisi çok güzel tutuluyor, bakanlığa gönderiliyor ama analizlerde bir problem var. Bizim federasyon olarak bu verileri kullanmamıza izin verilirse, birinci basamakla ilgili olarak ülke sağlık politikalarına yön verebilecek analizleri de yapabiliriz. Bu verileri bize objektif olarak yansıtamadıkları için 4 milyar sabit bütçeyle yaptığımız işin hacmi ve kalitesi artarken, diğer taraftan ikinci-üçüncü basamaktaki hastanelerdeki bütçenin son üç yılda 18 milyar liradan 32 milyar liraya çıktığını, 3 yılda aile hekimliğinin 4 katı bir artış olduğunu görüyoruz. Demek ki burada yanlış giden, açığa sebep olan farklı bir politika var. Biz bunu opere etmekte Aile Hekimleri Federasyonu olarak, ülke sağlık göstergelerinin tümünün değiştirilmesinde bütün gücümüzle görevimizi yapacağımızı deklare etmek istiyorum. Çünkü bu bizim ülkemizin sağlığı, yaşlanan nüfus bizim ülkemizin nüfusu ve biz burada aktif görev almak istiyoruz.”
Sağlık hizmeti talep edilen bir hizmettir
Dr. Murat Girginer, sağlık hizmetinin sunulan değil, talep edilen bir hizmet olduğunu, bir bölgede talep olduğu zaman orada yeni bir hastane açıldığını belirterek, “Şu ana kadar aile hekimlerinin çalışma düzenleri 08.00-17.00 saatleri arasıdır. Hiçbir şekilde hastalardan aile hekimlerinin mesai saatleriyle ilgili bir talep yok. Talep olduğu halde, hastalık, salgın hastalık, savaş durumu vb. her Türk hekimi gibi 7x24 çalışmaya hazırız. Bizim haklarımızın gasp edilmesine karşıyız” diyerek şunları anlattı. 
“Sağlıkta dönüşüm ile ilgili politika değişikliğini gözlemliyoruz, bu politikanın dışına çıkılmış durumda. Bu da sistemin geleceğini tehlikeye atan bir şey. Çünkü aile hekimleri mutsuz, motivasyonları düşük, tükenmişlik sendromu son derece yüksek. Herkes, görevi bırakmaktan bahsediyor. Çünkü bu şartlarda diğer hastanelerde haftada 40 saat, aile hekimliği merkezlerinin dışında toplum sağlığında, müdürlüklerde çalışan bütün meslektaşlarımız haftada 40 saat üzerinden çalışırken bir aile hekiminin 72 saat çalışması oradaki personelin görevi bırakacağı anlamına da gelecektir. Bunu aile hekimliğinin geleceğini tehlikeye düşürecek bir şey olarak görüyoruz. 
Aile hekimlerinin son bir kaç yıldır ‘sürekli mücadele’ halinde olduğunu da belirten Dr. Girginer “Aslında yapmamız gereken ve planladığımız birçok projemiz var. Türki Cumhuriyetler Aile Birliğini kurmak istiyoruz. İtalyanlarla özellikle diyabet konusunda projemiz var. Türkiye ile İtalya arasında 5.000 aile hekiminin söz konusu olduğu büyük bir diyabet çalışması planlıyoruz. Güncel sorunlarla, önümüze çıkan engellerle uğraşmaktan bu konularla ilgilenip projeyi yoluna sokamadık. Burada amaç iki ülkedeki aile hekimliği yaklaşımlarının diyabet hastaları ile ilgili değerlendirmesi. Tanı, tedavi, komplikasyonlar, hasta sayıları gibi konularda iki ülke arasındaki farklılıklar. İki ülkenin hekimlerinin diyabet yönetimindeki başarısı ve bu başarılarına kaynak olan sebepler. Eksik yanlarımızı nasıl tamamlayabiliriz? Ortak bir algoritma ve birinci basamakta diyabet algoritması ile bu iki ülkenin ihtiyacı olan koruyucu sağlık hizmetlerinin aile hekimleri olarak zirveye taşımak istiyoruz. Biz aile hekimlerinin eğitim ve araştırmaya katkılarına yönelik birçok proje uygulamak istiyoruz ancak nöbet gibi, sözleşmeler gibi sürekli gündemimizi meşgul eden gündemlerden vakit bulamıyoruz.”

Yaşam boyu aşılama


Yaşla beraber ortaya çıkan ‘immün yaşlanma’, çocukluk çağında bağışıklık kazanılmış birçok hastalığa karşı erişkin yaşlarda korunmasız kalınmasına neden olur. Erişkin aşılaması çocukları da korur. 

Ülkemizde yapılmış olan bilimsel çalışmalarda çocukluk çağına ait kabul edilen bir çok infeksiyon hastalığının artık erişkinler için de (belki daha da yüksek oranda) bir tehdit olduğunu, çocukluk çağı aşılamasındaki dünya standartlarının üzerindeki başarımıza rağmen erişkin aşılaması konusunda hedeflerin oldukça uzağında olduğumuzu göstermektedir.
Yıllarca esas olarak çocukluk çağı hastalığı olarak kabul edilmiş hastalıklar günümüzde erişkinleri de etkilemekte ve hatta ölüm nedeni olmaktadır. Yaşla beraber ortaya çıkan ‘immün yaşlanma’, çocukluk çağında bağışıklık kazanılmış birçok hastalığa karşı erişkin yaşlarda korunmasız kalınmasına neden olur. 
Hedeflerin uzağındayız
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları AD, Genel Dahiliye Bilim Dalı’ndan Doç. Dr. Mine Durusu Tanrıöver, çocukluk çağına ait kabul edilen birçok enfeksiyon hastalığının artık erişkinler için de bir tehdit oluşturduğunu belirterek şu bilgileri verdi: “Ülkemizde yapılmış olan bilimsel çalışmalar da çocukluk çağına ait kabul edilen bir çok enfeksiyon hastalığının artık erişkinler için de (belki daha da yüksek oranda) bir tehdit olduğunu, çocukluk çağı aşılamasındaki dünya standartlarının üzerindeki başarımıza rağmen erişkin aşılaması konusunda hedeflerin oldukça uzağında olduğumuzu göstermektedir. Örneğin, hastanemizin iç hastalıkları ve geriatri polikliniklerine başvuran erişkinlerin antikor düzeylerine bakıldığında %96’sının difteri, %90’ının boğmaca ve %77’sinin tetanoza karşı tekrar bağışıklanması gerektiği gösterilmiştir.”
Aşılanmamış çok fazla kişinin olduğu toplumlarda, bulaşıcı hastalığın hızla yayıldığını ve infeksiyonun salgınlar şeklinde ortaya çıktığını belirten Doç. Dr. Mine Durusu Tanrıöver, “Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde kızamığın 2000 yılında ortadan kalktığı kabul edildikten sonra kızamık aşılamasındaki gerileme ile beraber, kızamık tekrar ortaya çıkmış ve 2010 yılından itibaren kızamık vakaları her geçen yıl artmaya devam etmiştir”dedi. Tanrıöver, sözlerini şöyle sürdürdü: “Erişkin aşılamasının hedefleri arasında sadece aşı olan erişkini değil, dolaylı etkileri ile çocukları korumak ve toplumsal bir bağışıklık oluşturmak da vardır. Boğmacada ‘koza stratejisi’ olarak adlandırılan yöntemde anne, baba, bakıcı, yenidoğan yoğun bakım hemşireleri ve doktorlarının aşılanmasıyla, henüz bağışıklığı oluşmamış ve boğmacanın ölümcül izleyebileceği yenidoğan bebekler korunabilir. 
Erişkinlerin aşıyı kabullenmesi ve erişkin aşılama oranlarının arttırılabilmesi için öncelikle doktorların rol model olmaları, aşıya güvenmeleri, aşılamanın ‘rutin’ bir davranış olduğunun kabullenilmesi, yaşam boyu aşılama kavramının yerleştirilmesi ve her doktor ziyaretinin erişkinler için bir aşılama fırsatına dönüştürülmesi gerekmektedir.”

19 Mart 2013 Salı

Hastalık hastası mı fibromiyalji mi?



Fibromiyalji tedavisinde her hastalıkta olduğu gibi hastanın hastalığı ile ilgili bilgilendirilmesi ve eğitimi çok önemlidir. Hastaya hastalığının “gerçek” olduğunu, ancak şekil bozucu ya da sekel bırakan bir hastalık olmadığı anlatılmalıdır.

Fibromiyalji, yaygın kas ağrısı, uyku bozukluğu ve yorgunluğun çoğu kez birlikte bulunduğu kronik bir ağrı sendromudur. Özellikle sırt, boyun, omuzlarda ve kalçalarda belirgin olmak üzere yaygın ağrısının olduğu bir kas iskelet sistemi hastalığıdır. Her yaşta ve her iki cinste görülebilmekle birlikte en sık 25-55 yaşlar arasında ve kadınlarda erkeklerden daha fazla görülür.
Ağrı ve yorgunluk şikayetleriyle aylarca hatta yıllarca tanı konulamadığı için doktor doktor dolaşan, çevreleri tarafından ‘hastalık hastası’ olarak damgalanan birçok kişi aslında fibromiyalji hastası.

Kadınlarda 7 kat fazla görülüyor

Dr. Fizyoterapist Gamze Şenbursa tıpta, yumuşak doku romatizması olarak tanımlanan, kadınlarda erkeklere göre 7 kat daha fazla görülen sinsi hastalık hakkında şu bilgileri verdi:
“Fibromiyalji depresyon, sabah sertliği, karında kramp, yorgunluk ve uyku bozukluklarının da eşlik ettiği, eklem, kas ve yumuşak dokuda ağrıya sebep olan bir hastalıktır. Fibromiyalji 2 çeşit olarak sınıflandırılabilir. Birinci tip daha sık görülür ve sebebi bilinmez. İkinci tip ise spesifik; yaralanma ve cerrahi sonrası gelişir. Genetik faktörler de etkilidir. Aile öyküsü olanlarda daha sık görülüyor.
Fibromiyaljili hastalarının en az 2/3’ü her yerlerinin ağrıdığını söyler. Hastaların çoğunlukla yaygın vücut ağrısı olmasına karşın, ana odak bir veya iki bölgedir. Ağrı yanıcı, zonklayıcı ya da sabit olabilir. Sıklıkla sabahları daha kötüdür, gün içerisinde iyiye gider ve geceleri yeniden kötüleşir. Bir diğer belirti uyku bozukluğudur. Bu hastaların 1/3’ünde büyüme hormonu salgısı azdır. Uyku düzensizliğinin en büyük nedenlerinden biri budur. Hastaların %60-90’ında kötü uyku vardır.  Ağrı şiddetine bakmaksızın, hastaların büyük kısmı uykuya dalmada ve uykuyu sürdürmekte zorluk çekerler, sık uyanırlar ve sabah dinlenmemiş olarak kalkarlar. Dinlendirmeyen uyku fibromiyaljinin temel özelliklerindendir. Tipik olarak uyku hafif ve huzursuzdur. En göze çarpan özelliklerinden biri de yorgunluktur. Şiddeti değişiklik gösterir. Hastanın günlük yaşam aktivitelerini kısıtlar.

18 hassas nokta

Fibromiyalji hastalarında bazı duyarlı noktalar vardır. Bu noktalardaki ağrı tanıyı koyduran en önemli kriterdir. Duyarlı noktalar, boyun, omuz, üst göğüs ve bel bölgesinde kümelenir. Toplamda 18 duyarlı nokta bulunur. Hastalığa baş dönmesi, migren, soğuk intoleransı, sık idrara çıkma, karpal tünel sendromu, çene ağrısı, deri duyarlılığı gibi farklı patolojiler eşlik edebilir. Tanı koyulması için 18 hassas noktanın en az 11’inde ağrı tespit edilmeli.”

Tedavi yaklaşımları

Atakların şiddeti ve sıklığının kontrol altına alınabildiğini belirten Dr. Fzt. Gamze Şenbursa, fibromiyaljinin klinik seyri ve tedavi yöntemleri hakkında şunları söyledi:
“Fibromiyalji tedavisinde asıl amaç ağrı-spazm-ağrı halkasının kırılmasıdır. Manuel olarak dokulara yapılan gevşetme ve spazmı çözmeye yönelik uygulamalar, yumuşak dokuların hareketinin artmasına yüzeysel kan akışının artmasına ve ağrının azalmasına yardımcı olur.
Omurgaya yönelik yapılan manuel uygulamalar, dokuları ve organları destekleyen, bağlayan ya da ayıran dokunun hareketini arttırır. Ağrıya duyarlı yapılar üzerindeki basıncı azaltır ve doku sıvılarını harekete geçirir. Omurgada eklem aralığında artışa yol açarak kas spazmını azaltır ve endorfin salınımına neden olur. Tutuk ve ağrılı eklemleri serbestleştirir adezyonları açar ve hareketliliği arttırarak ağrıyı azaltır.
Meditasyon, yoga, hipnoz gibi gevşeme eğitimleri tedavi sürecinde etkindir. Kişiye ergonomik eğitim verilerek, uyku ve çalışma pozisyonları düzenlenir. Kişinin egzersiz eğitiminde büyük önem arz eder.
Fibromiyalji hastalarında beslenme de önemlidir. Stresi yok etmeye vücuttaki toksinleri temizlemeye ve bağışıklık sisteminin desteklemeye yardımcı olur. Bu hastaların özellikle şeker, kafein ve alkol tüketiminde dikkatli olmaları gerekmektedir. Bazı araştırmalara göre magnezyum takviyesi fibromiyaljili hastaların semptomlarını azaltmaya yardımcı olur.”








               
                

Obez çocuğun tedavisinde aile hekiminin rolü



Yanlış beslenme alışkanlıkları, modern çağın getirdiği hareketsizlik, hazır yemek tüketimi, porsiyonların büyümesi, alınan ve harcanan kalori dengesizliği gibi nedenlerle Avrupa’da her 2 yetişkinden 1’i ve her 7 çocuktan 1’i aşırı kilolu veya obezdir.



WHO ve OECD raporlarına göre, OECD ülkelerindeki nüfusun yarısı obez veya aşırı kiloludur. 10 yıl içinde nüfusun 2/3’ünün aşırı kilolu hale geleceği tahmin edilmektedir. Türkiye’de obezite ve diyabet en önemli toplum sağlığı sorunlarıdır. Dünya Sağlık Örgütü diyabeti yeni bin yılın en önemli halk sağlığı sorunlarından biri olarak kabul etmektedir. 2010 yılında ülkemizde yapılan TURDEP-II çalışmasında, geçtiğimiz 12 yılda diyabet sıklığının %90, obezitenin ise %44 arttığı gösterilmiştir. Yine aynı çalışmada Türk erişkin toplumunda diyabet sıklığının %13.7’ye ulaştığı ortaya çıkmıştır.

Dünyayla birlikte Türkiye’de de özellikle son 10 yılda çocuklarda obezite görülme sıklığı arttı. Beslenme alışkanlıklarındaki ve sosyal yaşamdaki ciddi değişimler bu artışın en önemli nedenleri arasında yer alıyor.
Annelerin eskiye oranla daha çok çalışıyor olması, evde yemek yeme alışkanlığının azalmasına ve fast-food tüketiminin artmasına yol açtı. Ayrıca çocukların boş zamanlarını artık bilgisayar ya da televizyon başında geçirmeleri ve hareketsizlik obeziteyi artıran bir başka unsur olarak karşımıza çıkıyor.



Obezite erken tespit ve tedavi edilmeli

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Çocuk Gastroentroloji, Hepatoloji ve Beslenme Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mahir Gülcan ve Uzman Diyetisyen Binnur Okan çocuklarda obezite tedavisi konusunda bilgiler verdi. Yeditepe Üniversitesi Hastanesi çatısı altında çocuklarda obezite tedavisi alanında bir ekip olarak çalışan Dr. Gülcan ve Dyt. Okan, obezitenin erişkin yaşlarda da kalp damar, karaciğer ve diyabet hastalığına yakalanma riskini artırdığının altını çizerek, “Obezite erken tespit edilmeli ve tedavi edilmeli. Hem tespit hem tedavi sürecinde aileler kadar çocuk hekimlerine de çok iş düşüyor” diyor.

Son yüzyılda, kişi başına şeker tüketimi 50 kat arttı. Sofra şekeri, vücuda girince, kan şekerini yükseltir. Bu yükselmeler pankreastan insülin salgısını başlatır ancak aşırı şeker tüketimi ve ani şeker yükselmeleri sonucu pankreasın aşırı insülin salgılaması  “reaktif hipoglisemi” ataklarına sebep olabilir ve sık yaşanan tatlı krizleri ortaya çıkar. Reaktif hipoglisemi bir süre sonra kalıcı insülin fazlalığına dönüşürse “insülin direnci” gelişir. Tatlı atakları, şeker krizleri, çikolata, dondurma nöbetleri sıklaşıp şekerli yoğun beslenme devam ettikçe kısır döngü başlar. Sonrasında hipoglisemi yemeleri ile gelen kilolar, bel kalınlaşması ve göbeklenme... Sonrasında pankreas yavaş yavaş yoruluyor, insülin rezervleri tükenmeye başlıyor ve diyabete aday olarak başlayan bu kısır döngü önlem alınmadığı takdirde bireyi diyabet hastası yapabiliyor.

Neden besleme bozukluğu ve hareketsizlik

Çocuklarda obezitenin en belirgin iki nedeninin besleme bozukluğu ve hareketsizlik olduğunu belirten Yeditepe Üniversitesi Hastanesi Çocuk Gastroentroloji, Hepatoloji ve Beslenme Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mahir Gülcan, diğer nedenlere kıyasla daha az da olsa genetik faktörlerin de rol oynadığını söylüyor. “Dünya ile birlikte Türkiye’de de özellikle son 10 yılda çocuklarda obezite görülme sıklığı arttı. Beslenme alışkanlıklarındaki ve sosyal yaşamdaki ciddi değişimler bu artışın en önemli nedeni. Annelerin eskiye oranla daha çok çalışıyor olması, evde yemek yeme alışkanlıklarımızın azalmasına ve fast-food tüketiminin artmasına yol açtı” diyen Dr. Gülcan ayrıca çocukların boş zamanlarını artık bilgisayar ya da televizyon başında geçirdiklerini ve hareketsizliğin obeziteyi artıran bir başka unsur olduğunu ifade ediyor.

Yanlış beslenme alışkanlıkları, modern çağın getirdiği hareketsizlik, hazır yemek tüketimi, porsiyonların büyümesi, alınan ve harcanan kalori dengesizliği gibi nedenlerle Avrupa’da her 2 yetişkinden 1’i ve her 7 çocuktan 1’i aşırı kilolu veya obezdir. Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) kaynaklarına göre de AB ülkelerinde tahmini 25 milyon kişi diyabet ile yaşamaktadır. Obezitenin giderek artması ile hükümetlerin obeziteyi önlemeye yönelik çalışmalarında da artış gözlenmektedir.



“Obeziteyi çocuk hekimleri tespit etmeli”

Obezitenin tespit edilmesi konusunda çocuk hekimlerine çok görev düştüğünü belirten Dr. Gülcan “Hekimler olarak obeziteyi genelde atlıyoruz. Hasta bize hangi hastalıkla gelirse gelsin, muayene sırasında mutlaka boyuna ve kilosuna bakmalıyız. Eğer obezite söz konusu ise bu konuda aileleri bilgilendirmeliyiz. Hastanın şikayeti dışında da obezitenin taranması hekimin toplumsal görevidir” diye aktarıyor. Dr. Gülcan obezitenin tetiklediği sağlık problemlerini şöyle sıralıyor: “Obezite ciddi kalp damar hastalıklarına davetiye çıkarır. Diyabete, metabolik sendrom dediğimiz insülin direncine, karaciğer yağlanmasına neden olabilir. Karaciğer yağlanması en ciddi sorunlardan biridir, çünkü hastalık tedavi edilmediğinde siroza dönüşür ve ciddi ölüm riski taşır.”


Doğru beslenme ve düzenli spor

Söz konusu hastalıklara çocukluk yaşlarında rastlanabildiği gibi eğer obezite devam ederse erişkin yaşlarda da rastlandığına dikkat çeken Dr. Gülcan, “Obezitenin çocuk yaşta farkedilmesi ve tedavi edilmesi sonraki yaşlardaki rahatsızlıkların da önüne geçilmesini sağlar. Doğru beslenme ve düzenli spor konusunda küçük yaşlarda yapılan bilinçlendirme geleceğe yatırımdır” diyor.
                               
Ebeveyn kendi beslenmesini değiştirmeli

Yeditepe Üniversitesi Hastanesi’nden Uzman Diyetisyen Binnur Okan tedavi sürecinde yeme alışkanlıkları, uyku düzeni, fiziksel aktiviteler ve boş zamanlarını nasıl değerlendirdiği konularında çocuğun ve ailenin alışkanlıklarını detaylı bir şekilde değerlendirdiklerini ifade ediyor.  “Ne kadar doğru alışkanlık kazandırılmaya çalışılsa da çocuk her konuda anne babayı taklit eder. Ailenin yapacağı en önemli şey çocuğa örnek olmasıdır” diyen Dyt. Okan yaklaşımın da önemli olduğunun altını çiziyor.



Çocukla kurulan iletişim

“Çocukla iletişim kurarken ‘sen hastasın, bu yüzden diyet yapman gerekiyor’ yaklaşımı bizi başarısızlığa hatta telafisi olmayan bozukluklara sürükler. Onun yerine ‘senin şimdiden sağlıklı beslenmeyi öğrenmen gerekiyor ki hayat boyu sağlıklı yaşayabilesin’ yaklaşımını benimsemek gerekiyor. Çocuğun üzerinde beslenme baskısı kurmak iyi sonuç getirmez. Hiçbir şeyi yasaklamamalı ama çocuğu ona zararlı olan yiyeceklerin tatlarından uzaklaştırmalı, tüketmesi ertelenmeli. Birden fazla sağlıklı alternatif sunarak seçim yapma şansı vermeli. Bu kolay ve kısa bir süreç değil. Bunu kısa süreli bir diyet olarak değil, yaşam boyu sürecek bir sağlıklı beslenme alışkanlığı görmeli.”
Beslenme bozukluklar ile sınav stresi arasında ilişki olduğunun da altını çizen Dyt. Okan, “Sınav stresi çok erken yaşlara indi. Çocuklar streste oldukları için doğru beslenmeyi sınavdan sonrasına erteliyor, sürekli ders çalışma zorunluluğundan ötürü eve hapsoluyor, dışarı çıkıp fiziksel aktivitelerde bulunmak vakit kaybı olarak görülüyor. Oysa fiziksel aktivite ve sağlıklı beslenme zihinsel aktiviteyi besler” diyor.








Sinsi bel ağrısına dikkat





Prof. Dr. Arpacıoğlu, erkeklerde daha sık görülen, omurgayı etkileyen, kronik, ilerleyici, ağrılı ve sebebi bilinmeyen romatizmal bir hastalık olan 'Ankilozan Spondilit' (AS) hakkında bilgi verdi.


Türkiye Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzman Hekimleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Oktay Arpacıoğlu, 40 yaşın altındakilerde enflamatuvar bel ağrısından şüphelenilmesi gerektiği uyarısında bulunarak, “Başlangıçta çabuk düzelen ve tarif edilemeyen sinsi bel ağrılarının enflamatuvar olma ihtimali yüksek” diye konuştu.
Prof. Dr. Arpacıoğlu, erkeklerde daha sık görülen, omurgayı etkileyen, kronik, ilerleyici, ağrılı ve sebebi bilinmeyen romatizmal bir hastalık olan 'Ankilozan Spondilit' (AS) hakkında bilgi verdi.



3. sıradaki özürlülük nedeni

Bel ağrısının, sık rastlanan ve nedeni mutlaka araştırılması gereken bir sağlık problemi olduğunu vurgulayan Arpacıoğlu, bu rahatsızlığın 45 yaş altında en sık, 45 yaşın üstünde ise 3. sıradaki özürlülük nedeni olduğunu vurguladı. 3 aydan uzun süreli kronik bel ağrısı çeken hastaların yüzde 5'inde 'Ankilozan Spondilit' veya 'Spondilartropati (SpA) geliştiğini bildiren Prof. Dr. Arpacıoğlu, şu bilgileri aktardı:
“Ankilozan Spondilit en çok omurgayı ve omurganın leğen kemiğiyle yaptığı eklem olan 'sakroiliak' eklemi, daha sonra da kalça ve omuz gibi büyük eklemleri tutar. Bu rahatsızlıkta topuk ağrısı da olabilir. El ve ayak eklemlerini tuttuğu çok nadirdir. Göğüs kafesinin genişlemesi çok azaldığı için solunum problemleri olabilir. Bu hastalıkta kas iskelet sisteminin yanı sıra göz, böbrek, kalp gibi eklem dışı tutulumlar da olabilir.”



Erken tanının önemi

Hastalıkta erken tanının önemine işaret eden Prof. Dr. Arpacıoğlu, gerektiği gibi tedavi edilmediği takdirde hastalığın omurgada hareket ve fonksiyon kısıtlılığına, kamburluğa, yaşam kalitesinde bozulmaya ve ekonomik kayıplara yol açtığına dikkati çekti.
Bu yüzden bel ağrısının iyi analiz edilerek hastaların yanlış tanı almasının önlenmesi gerektiğini ifade eden Arpacıoğlu, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Ankilozan Spondilit ile ortaya çıkan bel ağrısı, iltihabi tarzdadır ve diğer bel ağrılarından ayırt edilmesini sağlayan önemli bulguları vardır. Bunlardan yaş çok önemli bir faktördür. 40 yaşın altında olmak iltihabi bel ağrısı açısından risk faktörüdür. Bel ağrısının sinsi başlangıçlı olması ise diğer bir özelliğidir. Başlangıçta çabuk düzelen ve tarif edilemeyen sinsi bel ağrılarının iltihabi olma ihtimali yüksektir. Bu hastalıkta ağrı başlangıçta çabuk düzelir ve belirsizdir. Ağrının başlangıcını birçok kişi tam olarak tarif edemez.”



Gece uykusuz bırakır

Rahatsızlıkta uyku sırasında gecenin 2. yarısında özellikle sabaha karşı ağrı nedeniyle uyanma ve gezici kalça ağrıları ortaya çıktığını belirten Prof. Dr. Arpacıoğlu, “Ağrı istirahatle değil aksine egzersizle düzelir. İltihabi olmayan mekanik bel ağrısında ise ağrı hareket, uzun süre oturma ve ayakta durmayla artar, yatma veya dinlenmeyle azalır” diye konuştu.
Enflamatuvar ağrılarda sabah tutukluğunun sık rastlanan bir belirti olduğunu, ağrı ve kısıtlılığın günün ilerleyen saatlerinde azaldığını anlatan Arpacıoğlu, iltihabi kaynaklı olmayan mekanik bel ağrılarında sabah tutukluğunun bir saat veya daha az, Ankilozan Spondilit hastalığında ise saatlerce sürdüğünü söyledi.

Tanı 8-9 yıl gecikiyor

Ankilozan Spondilit'in tanısının ortalama 8-9 yıl kadar geciktiğini, bunun en önemli nedenin ise hastalığın erken ve tipik belirtisi olan iltihabi bel ağrısının tanınmaması ve diğer bel ağrılarıyla karışması olduğunu belirten Arpacıoğlu, hastaların bilinçlenmesi ve bel ağrısının niteliğinin ayrımlandırılabilmesi için vakit kaybetmeden uzmana başvurulması gerektiğini bildirdi. Arpacıoğlu, eklemlerdeki bazı kemik değişikliklerin saptanması gerektiği halde bazı hastalarda erken dönemde bulgunun ortaya çıkmamasının da tanı gecikmesine neden olduğunu kaydetti.

AİFD 10 Yaşında

Türk insanının yeni ve orijinal ilaçlara erişimini sağlamaya ve sağlık sorunlarına etkin çözümler bulunmasına katkıda bulunmak amacıyla, Türkiye’de faaliyet gösteren araştırmacı ilaç firmaları tarafından 16 Ocak 2003 tarihinde kurulan Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD) 10. kuruluş yıldönümünü kutluyor.  Üyeleri, çağımızda hızla ilerleyen tıp biliminin başta genetik, biyoteknoloji gibi yeni teknolojiler olmak üzere birçok alanda sunduğu olanaklardan yararlanarak yenilikçi ve orijinal ilaçlar geliştiren ilaç firmalarından oluşan AİFD sektörde dürüstlük, şeffaflık ve hesap verebilirliği güçlendirmek için çalışıyor.





Bugüne kadar, sektörün gelişimi ve sorunların paydaşlar arasında diyalog yoluyla çözülmesi yolunda önemli adımlar atan AİFD, PricewaterhouseCoopers (PwC) uzmanlarına hazırlattığı "Türkiye İlaç Sektörü Vizyon 2023" başlıklı raporu geçen yıl Eylül ayında yayınlayarak paydaşların değerlendirmesine sundu. Türk ilaç endüstrisinin 2023'te 'küresel ölçekte bir Ar-Ge ve üretim merkezi ve bölgesel yönetim merkezi' olması vizyonunu gündeme getiren rapor, bu yönde somut ve uygulanabilir politikalar öneriyor. Sektör verilerine dayanarak bilimsel yöntemlerle hazırlanan rapor sektörün 2023'te şimdikinden çok daha güçlü olabileceğini ortaya koyuyor. Raporda 2023 yılı itibarı ile 23 milyar ABD dolarını aşkın üretim yapan, ihracatını 8 milyar ABD dolarının üstüne çıkartmış, dış ticaret fazlası veren ve yılda 1,7 milyar ABD doları düzeyinde Ar-Ge yatırımı yapan bir Türkiye ilaç sektörünün mümkün olduğu vurgulanıyor.




Derneğin kuruluş yıl dönümü nedeni ile bir açıklama yapan AİFD Yönetim Kurulu Başkanı Güldem Berkman şunları söyledi:
"AİFD 10 yılda, sektörümüzü ileriye götüren ve hastalarımızın ilaca erişimini güçlendiren önemli başarılara imza attı. Önceliğimiz her zaman ülkemiz ve hastalarımız için daha fazla değer yaratmak oldu. Bu yönde çalışmalarımıza devam edeceğiz. 2013 yılında çalışmalarımızın temelini “Türkiye İlaç Sektörü Vizyon 2023” raporunda ortaya koyduğumuz vizyon oluşturacak. Bu raporun ve önerdiği politikaların tartışılmasını; bunların ülkemizin sağlık bilimleri ve hizmetleri alanındaki ulusal stratejilerimizle entegre edilmesini sağlamak için çalışacağız. Yenilikçi, araştırmacı ilaç endüstrisi olarak, Hükümetimizin ve endüstrimizin vizyonlarının, hedeflerinin birbirine yakın ve paralel olduğunu görüyoruz. İlaç sektörünün Türkiye'ye “ilaç gibi geleceğine” olan inancımız her gün biraz daha güçleniyor. Hedefimiz, bütün paydaşlarımızla işbirliği yaparak ve her zamanki gibi yapıcı bir yaklaşımı benimseyerek, sektörümüzün önünü açacak, hastalarımız için değer yaratacak politikaların hazırlanmasına ve uygulanmasına katkıda bulunmaktır." 

10 Ocak 2013 Perşembe

Kişisel Verilerin Güvenliği Sekteye Uğratılıyor


Türk Eczacıları Birliği (TEB), bazı basın yayın organlarında yer alan "SGK'nın gelir artırma çalışmaları kapsamında ilçe ilçe ilaç tüketim ve hastalık bilgilerini 72 milyon lira yıllık gelir karşılığında 10 ortaklı bir şirkete satmak için sözleşme imzaladığı ve yerli-yabancı başka firmaların talebi halinde o firmalara da bilgileri satabileceği" yönündeki haberler üzerine basın açıklaması yayınladı.

Yapılan açıklamada, “sağlıkla ilgili verilerin kamu dışındaki kişi ve kurumlara verilecek olması kişisel verilerin güvenliği açısından ciddi kaygılar oluşturmaktadır" denildi. Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti tarafından yapılan basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

Hiç şüphesiz günümüzde sağlık verilerine sahip olmak global ilaç firmaları açısından paha biçilemez bir öneme sahiptir. Çünkü bir ilaç firmasının; herhangi bir bölgede en çok karşılaşılan hastalıkların ne olduğu, bu hastalığa yönelik doktorlar tarafından önerilen ilaçların hangileri olduğu ve insanların bu ilaçlara ne kadar para ödedikleri gibi detayları bilmesi üretimini daha çok bu ilaçlara kaydırması demektir. Dolayısıyla bu durum da, belki de hiç farkında olunmadan halk sağlığını tehdit edecek bir problem çıkmasına olanak sağlanmaktadır. Çünkü ilaç firmaları, kendilerine gelir kapısı olacak ilaçları üretmek daha cazip geleceğinden, daha az talep edilen diğer ilaçları önemsiz görüp o ilaçları üretmeyi azaltacak ve ne yazık ki bu süreçte hastalar mağdur olacaktır.

Hastanın kişisel verilerini satmak kabul edilemez

Haberde yer alan bilgiye göre; SGK’nın, bu verilerin satışından ilk etapta 72 milyon TL'lik gelir elde edeceği, şirketin veri satışının artmasıylaysa SGK'ya ödenecek ücretin, verilecek dataya göre yıllık 500 milyon liraya kadar çıkabileceği iddia ediliyor. Ayrıca haberde, Türkiye'nin ilaç verilerini alan bu şirketin, bu istatistikleri raporlayarak isteyen yerli yabancı her kuruluşa rahatlıkla satabileceği belirtiliyor. SGK’nın, sağlık harcamalarını azaltabilmek ya da sabit tutabilmek adına tasarruf politikasına gitmesi ya da gelirini artırmak için yeni yöntemler geliştirmesi elbette ki normal karşılanacak bir durumdur. Ancak; kullanacağı yöntemin içinde hastaların kişisel verilerini satmak yer alıyorsa bunun kabullenilebilecek herhangi bir tarafı yoktur.
İnsanların en hassas oldukları alan olan sağlık, sadece ekonomik kar gütme amacıyla sömürülemeyecek en hassas alanların başında gelmektedir. SGK eğer gelirini artırmak istiyorsa; daha güvenilir ve etkin yöntemlere başvurmalı, halk sağlığını tehdit edici yöntemlerden acilen vazgeçmelidir.