19 Kasım 2012 Pazartesi

Binlerce eczane kapanabilir

Tüm Eczacı İşverenler Sendikası (TEİS) Başkanı Nurten Saydan, Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan yönetmelik taslağına göre bazı eczanelerin kapanmak zorunda kalacağını belirtti.
Saydan, eczanelere ilçe içinde serbestçe dolaşabilme imkanı verilirken, ilçe dışına bir kez çıkma hakkı tanınmasının Türkiye’deki imar durumu göz önünde bulundurulduğunda büyük mağduriyete yol açacağını kaydetti.  TEİS Genel Başkanı Nurten Saydan, Mayıs 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6308 sayılı kanun ile eczaneler hakkında kanunun bazı maddelerinin değiştirildiğini ve aynı kanun zorunluluğu ile 6 ay içinde yönetmelik hazırlanmasının zorunlu olduğunu söyledi.

Saydan, “Eczacı kamuoyunda tartışılmayan, kapalı kapılar arkasında hazırlanan bu yönetmelik taslağına göre ilçelerde, kasabalarda, beldelerde, imar planı yapılmayan yerlerde ya da iskan ruhsatı olmayan dükkanlarda yıllarca önce açılmış, halkımıza ücretsiz danışmanlık veren, her türlü sorunla ilgilenen, hastalarımızın ilk sığınağı eczaneler, 18 ay sonunda kapanacak. Ayrıca kanunda eczanelerini kapatanların, yeniden açamayacağı konusunda açık bir düzenleme olmamasına rağmen, eski eczacıların ilçe dışına bir defadan fazla nakil etmesi ya da eczanesini kapatması durumunda, mesleğini yapmaktan men edilmeye çalışılmasını anlayabilmiş değiliz” dedi.  Taslak metine göre, devlet hastanelerinde eczacı bulunma zorunluluğunun da ortadan kalktığını belirten Saydan, “Taslağın benzer haliyle çıkması durumunda kaosa yol açacağı açıktır” diye konuştu.
Mayıs ayında çıkan kanundaki amacın, eczanelerdeki adaletsiz dağılımı ortadan kaldırmak olduğunu belirten Saydan, “Hakkari’de 20 bin vatandaşa bir eczane düşerken, Marmaris’te 2 bin vatandaşa bir eczane düşüyor. Adaletsiz bir dağılım var. Biz kanunla bunun ortadan kalkmasını istemiştik. Hazırlanan bu yönetmelik taslağı, kanunun ruhuna uygun değil” şeklinde konuştu. Eczanelere ilçe içinde serbestçe dolaşabilme imkanı verilirken, ilçe dışına bir kez çıkma hakkı tanınmasının Türkiye’deki imar durumu göz önünde bulundurulduğunda büyük mağduriyete yol açacağını dile getiren Saydan, birçok caddenin bir kısmının bir ilçeye bir kısmının ise diğer ilçeye ait olduğunu vurguladı. Saydan, “Eczaneler ilçe içinde dolaşabiliyor ancak ilçe dışına bir kez çıkabiliyor. Türkiye’nin imar durumunda böyle bir uygulama imkansız” dedi.


29 Mayıs 2012 Salı

Eczaneler doğum kontrolünde son nokta oluyor


“Kadın Sağlığı” araştırmasının sonuçlarına göre kadınların yüzde 71’inin doğum kontrolü seçim kararında partneri veya yakın arkadaşı etkili oluyor. Yine araştırmada yer alan kadınların % 90’ı doğum kontrolünün devletin sorumluluğunda olması gerektiğini düşünüyor.



Bayer Kadın Sağlığı’nın Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği ile birlikte geliştirdiği “Kontrol Noktası” projesi;  The Istanbul Edition Hotel’de düzenlenen basın toplantısıyla tanıtıldı.
Doğru doğum kontrol yöntemleri konusunda bilinç oluşturmak amacıyla başlatılan “Kontrol Noktası “ projesi ile kadınların sıklıkla uğrayabildikleri eczanelerden kadın sağlığı ve doğum kontrol yöntemleri hakkında doğru bilgi alabilecek. Başlangıç aşamasında projede Türkiye genelinde 300 eczane yer alıyor. Eczanelere yerleştirilen “Kontrol Noktası” standları ile kadınlar eczanelerine gelerek kimi zaman çekindikleri kimi zaman utandıkları için soramadıkları doğum kontrolü konusundaki sorular hakkında kendi ihtiyaçlarına yönelik bilgi alabilecekler.
Toplantıda GFK Türkiye tarafından Bayer sponsorluğunda gerçekleştirilen “Kadın Sağlığı” araştırmasının sonuçları da açıklandı. Araştırma sonuçlarına göre araştırmaya katılan kadınların yüzde 71’inin doğum kontrolü seçim kararında partneri veya yakın arkadaşı etkili oluyor. Yine araştırmada yer alan kadınların % 90’ı doğum kontrolünün devletin sorumluluğunda olması gerektiğini belirtti.
Bayer Kadın Sağlığı ve Genel Tedaviler Bölümü İş Birimi Direktörü Dr. Oğuz Mülazımoğlu, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Sağlığı Ana Bilim Dalı Üyesi Prof. Dr. Sezai Şahmay, Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği adına Başkan Neylan Zırhlıoğlu,  Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği Eğitim Komisyonu Başkanı Adile Özdağ ve Proje Koordinatörü Fulya Urgancıoğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı basın toplantısında; Nisan ayında tüm Türkiye’de yaklaşık 300 eczanede aynı anda başlayacak “Kontrol Noktası ” projesinin detayları paylaşıldı.

Arkadaşlar ve internet
Projeye destek veren Bayer Kadın Sağlığı bölümü adına görüşlerini belirten Bayer Kadın Sağlığı ve Genel Tedaviler Bölümü İş Birimi Direktörü Dr. Oğuz Mülazımoğlu “2011 yılında Bayer tarafından yapılan Kadın Sağlığı araştırmasının da gösterdiği gibi Türkiye’de kadınların doğum kontrol konusundaki bilgi kaynakları arasında büyük bir oranı “arkadaşları ve internet” oluşturuyor” dedi. Bayer Kadın Sağlığı olarak son yıllarda bu alandaki bilinci arttırmaya yönelik çalışmalar yaptıklarını belirten Mülazımoğlu, tüm Türkiye’de toplantıları devam eden OC (Oral Kontraseptif) Akademi ile doktorların doğum kontrolü ve korunma yöntemleri konusunda bilgi ihtiyaçlarını gidermeyi, sosyal medya projeleri ile kadınların dikkatini doğum kontrol konusuna çekmeyi hedeflediklerini belirtti. Eczacı - doktor - kadın üçgeninin doğru bilgiye ulaşma konusunda çok önemli olduğunu sözlerine ekleyen Mülazımoğlu, toplumda doğru doğum kontrol yöntemleri konusunda bilinç oluşturmak amacıyla başlatılan “Kontrol Noktası “ projesi ile kadınların sıklıkla uğrayabildikleri ecanelerden kadın sağlığı ve doğum kontrol yöntemleri hakkında doğru bilgi alacaklarını ve bu bilgi ve eczane danışmanlığında doktora başvuracaklarını belirtti.

Kontrol Noktası Projesi
Proje ile ilgili bilgi veren Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ecz. Neylan Zırhlıoğlu; “Kontrol Noktası” projesi ile;  doğum kontrol yöntemleri ile ilgili olarak kamuoyunda bir bilinç oluşturmak ve kadınlara konuyla ilgili bilgi alabilecekleri, onları doktora yönlendirebilecekleri bir referans noktası olmayı amaçladıklarını belirtti. “Kontrol Noktası” standlarının Nisan ayından itibaren Pharmetic Derneği üyesi eczanelerde yer alacağını belirten Zırhlıoğlu; “Kontrol Noktası” projesi ile kadınların eczanelerine gelerek kimi zaman çekindikleri kimi zaman utandıkları için soramadıkları doğum kontrol konusundaki sorular hakkında kendi ihtiyaçlarına yönelik bilgi alabileceklerini belirtti.
Kontrol Noktası projesinin koordinatörlüğünü üstlenen Ecz. Fulya Urgancıoğlu da projenin kurgusu ile ilgili katılımcılara bilgi verdi.  Projenin Türkiye genelinde yaklaşık 300 eczanede başlayacağını belirten Urgancıoğlu;  Türkiye’de doğum kontrol hapları gibi güvenilir yöntemlerin kullanımının, doğru bilinen yanlışlar sebebi ile düşük olduğunu, Kontrol Noktaları ile bu konularda kadınların bilincini arttırmayı hedeflediklerini belirtti.

Eczacılar 74 milyon tüketiciye hizmet veriyor
Eczacıların kadın sağlığı ve doğum kontrolü konusunda en son başvurulan noktalardan biri olduğu konusuyla ilgili görüşlerini belirten Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği Eğitim Komisyonu Başkanı Adile Özdağ ise eczacılığın;  74 milyon tüketiciye en az bir kez mutlaka hizmet eden bir meslek grubu olduğu söyledi. Özdağ; eczacılığın 24.000 doğrudan buluşma, satış noktasına sahip, araştırmalarda en güvenilir meslekler sıralamasında 3. meslek grubu olduğunu ve içerisinde halkla ilişkiler, sırdaşlık, dostluk, öğreticilik, aile hekimliği gibi birçok ilişkiyi barındıran tek meslek grubu olduğunu belirterek,  eczanelerin Kontrol Noktası projesi ile kadın sağlığı konusunda başvurulan ilk nokta olacağına da inandıklarını ifade etti.

Kadın Sağlığı Araştırması ve Türkiye
Toplantıda kadın sağlığı, doğum kontrol haplarının kullanım alanları ve doğru bilinen yanlışlar konusunda da kısaca görüşlerini belirten Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Kadın Sağlığı Ana Bilim Dalı Üyesi  Prof. Dr. Sezai Şahmay  GFK tarafından Bayer sponsorluğunda gerçekleştirilen  15-49 yaş grubu arasındaki toplam 1425 kadın üzerinde yapılan  Türkiye Kadın Sağlığı Pazar araştırmasının sonuçlarını da katılımcılarla paylaştı.
Türk Kadını ve Doğum Kontrol Yöntemleri
Türk Kadının doğum kontrol konusuna bakışında eşlerinin ve arkadaşlarının etkisi üst sıralarda yer aldı.  Araştırmaya katılan kadınların büyük çoğunluğu korunma yöntemlerinin maliyetinin devlet tarafından karşılanması gerektiğini düşünürken, yapılan araştırmada kadınların geldikleri sosyo – ekonomik statüye göre doğum kontrol yöntemleri konusunda da bilgi kaynakları farklılık gösterdi.
AB Ses ve C1 Ses’te ilk danışılan kişi jinekolog iken daha alt sosyo ekonomik statülerde ilk başvurulan kişi yakın arkadaşlar oldu. Araştırmada yakın arkadaşlar, eş ve internet, anne ve ebe başvurulan ilk kişiler oldu.  Kadınların korunmayla ilgili en çok kullandığı bilgi kaynakları jinekologlar olup bunları yakın arkadaşlar izledi. Araştırmada;  10 kadından 2’si korunma konusunda herhangi bir bilgi kaynağı kullanmazken eczanelerin bu orandaki payı sadece yüzde 2 oranında kaldı. Araştırmada doğum kontrol yöntemi farkındalığına da farklı cevaplar verildi. 

Kanserde erken teşhis hayat kurtarır


“Kanserde gelişmiş ülkelerde erken teşhisle yüzde 55-60 oranlarında tam iyileşme sağlanmaktadır. Ülkemizde de yetişmiş insan gücü, yeni teknolojiler ve doğru uygulamalarla önemli yol alınmakla birlikte, bu oran çok daha düşüktür.”

Kanser günümüzün en büyük sağlık sorunları arasında yer alıyor. Gelişen teknoloji ve tıbbi uygulamalarla gelişmiş ülkelerde erken tanıyla birlikte kanser hastalığında iyileşme oranları yüzde 55-60’ları buluyor. Prof. Dr. Necdet Üskent, kanser hastalığının erken teşhisinde en büyük önem taşıyan tarama yöntemleri hakkında bilgi verdi.  
Dünya genelindeki ölüm nedenlerine bakıldığında kanser ikinci sırada yer alıyor. Akciğer, mide, karaciğer, kolon ve meme kanserleri her geçen yıl diğer kanser tiplerine göre daha fazla ölüme neden oluyor. Kadınlar ve erkekler arasında ise farklı kanser tipleri sıklık gösteriyor. Kadınlarda yüksek mortalite oranına neden olan kanser tipleri meme kanseri, akciğer kanseri, mide kanseri, kolorektal kanserler ve servikal kanser olarak sıralanıyor. Erkeklerde ise akciğer kanseri, mide kanseri, karaciğer kanseri, kolorektal kanserler ve yemek borusu kanseri daha fazla görülüyor.
Kanserde erken teşhisin hayat kurtardığını belirten Anadolu Sağlık Merkezi Hematolojik Onkoloji / Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Necdet Üskent, şu bilgileri verdi:
 “Kanser hastalığında gelişmiş ülkelerde erken teşhisle yüzde 55-60 oranlarında tam iyileşme sağlanmaktadır. Ülkemizde de yetişmiş insan gücü, yeni teknolojiler ve doğru uygulamalarla önemli yol alınmakla birlikte, bu oran çok daha düşüktür. Gelişmiş ülkelerle aramızdaki en önemli fark, hastalığın daha geç evrelerde farkedilmesidir. Toplumsal eğitim ile insanların erken tanıya yönelik alışkanlıkları elde etmesi tabloyu olumlu anlamda büyük ölçüde değiştirecektir.”

Kanserden ölümün yüzde 30’u, düzeltilebilecek davranışlardan kaynaklanıyor
Kanser nedeniyle yaşanan ölümlerin yüzde 30’u beden kitle indeksinin yüksek olması, düşük meyve ve sebze alımı, fiziksel aktivite azlığı, sigara kullanımı ve alkol kullanımı gibi düzeltilebilecek 5 davranıştan kaynaklanıyor. Sigara kullanımı, global kanser ölümlerinin yüzde 22’sini oluştururken, global akciğer kanseri ölümlerinde ise yüzde 71 oranla, kansere neden olan risk faktörlerinin başında geliyor. Dünya genelinde kanser nedeniyle ölenlerin sayısının artması bekleniyor ve 2030 yılında ölümlerin yılda 13.1 milyonu bulacağı tahmin ediliyor.
Erken tanı için düzenli kanser taraması yaptırmak öneriliyor.  Kanser taramalarının, erken tanının hastalık kontrolünde ve sağ kalımda etkili olduğu kanserlerde ön plana çıkması gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Üskent kanser türlerinde kullanılan tarama yöntemlerini ise şöyle anlatıyor:

Meme kanseri taraması: Meme kanserinin erken tanısında en önemli yöntem mamografidir. Yapılan çalışmalar, 50 yaşın üstünde yıllık mamografi yaptırarak ve kendi kendini muayene yöntemi ile ölüm oranlarının yüzde 20-30 arasında azaldığını gösteriyor.  Eğer ailede özellikle birinci derece akrabalarda çok genç yaşlarda meme kanseri görülmüş ise mamografik taramalar ultrason desteğinde 30-35 yaşlara kaydırılmalı. Mamografinin her yıl tekrarlanması gerekir.

Rahim ağzı (serviks) kanseri: Tüm kadınlar, cinsel yaşama başladıkları yaştan itibaren her yıl Pap smear testine tabi olmalıdır. Cinsel yaşamın başlaması ile HPV (Human Papilloma Virus) enfeksiyonu riski de artıyor. HPV, serviks kanserinde bugün bilinen en önemli etiyolojik faktör. 30 yaşına kadar, üst üste 3 normal test geçirenlerde taramalar her 2-3 yılda bir azaltılabilir. Taramalar, 70 yaşında sonlandırılır. HPV için aşı çalışmaları da başlatıldı. Kolay, ucuz ve ağrısız olması nedeniyle en çok uygulanan tarama testidir.

Kolorektal kanser: Kolorektal kanser taramalarında büyük abdestte gizli kan saptanması en ucuz ve kolay bir yöntemdir. Yılda bir kez yapılan test ile kolorektal kanser ölüm oranlarında yüzde 30 azalma sağlanabiliyor. Ancak yanlış pozitivitesi yüksektir. Büyük abdestte gizli kan (GGK) pozitif olan olguların ancak yüzde 2-10’unda kanser saptanır. Yüzde 20-30’unda ise iyi huylu polipler bulunur. Birinci derecede akrabalarında kolon veya rektum kanseri olanlarla, ülseratif kolitli hastalarda ve daha önce adenömatöz polip saptanan hastalarda her yıl kolonoskopi, normal bireylerde ise 50 yaş üstünde her 3-5 yılda bir kolonoskopi yapılması uygun olur.

Prostat kanseri: Prostat kanseri için en sık önerilen tarama testleri, Prostat Spesifik Antijen (PSA) ve rektal muayenedir. PSA’nın kolay uygulanabilir bir test olması nedeniyle, Avrupa ve ABD’de prostat kanseri yılda en fazla teşhis edilen kanser sırasına yükselmiş durumda. PSA ölçümleri ile henüz hastalık belirtisi göstermeyen pek çok prostat kanserine erken tanı konması mümkün. Ancak bunların birçoğu sağlığı gerçek olarak tehdit etmeden çok yavaş seyrederek  tedavi gerektirmezken, agresif seyredenlerin çoğunun tanı konduğunda iyileşme şansı ise pek bulunmuyor.

Over kanseri: Over kanseri için ileri sürülen tarama testleri, pelvik muayene, transvajinal ultrason ve serum Ca-125 testleridir. Pelvik muayene over kanserinden ölüm oranlarını azaltacak kadar duyarlı bir test değil. Transvajinal ultrason ve Ca-125 testleri ile yapılan bilimsel çalışmalar ise henüz sonlanmamıştır.

Akciğer kanseri: Akciğer kanseri taramasında, akciğer filmi, bilgisayarlı tomografi ve balgam sitolojisi erken tanı amaçlı kullanılmıştır. Spiral BT’ler tanıyı daha erken evrelere getirmekle birlikte, yanlış pozitif bulgular nedeniyle sağkalım üzerine etkileri tartışmalıdır.

Mide ve özafagus kanseri: Mide kanserlerinde ve lenfomalarında Helicobacter pylori ve Helicobacter felis bakterilerine yönelik olarak yapılan tedavinin kanser gelişimini önlediği bilimsel çalışmalarda gösterilmiştir. Reflü özafajitler sonucu gelişen Barrett Özafagusunun erken saptanması ve tedavisi (endoskopik,cerrahi veya fotodinamik olarak) özafagus kanserlerinin en azından bir kısmının gelişmesini engelleyebiliyor.


“Diyabeti Durduralım” projesi sürüyor



Türkiye’de 9 milyondan fazla kişiyi etkileyen diyabet hastalığına karşı başlatılan ‘Diyabeti Durduralım’ projesi kapsamında yapılan çalışmaları içeren yıllık değerlendirme sunumuyla başlayan toplantıda, ilk yıl gerçekleştirilen çalışmalar ve ikinci yıl hedefleri paylaşıldı.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı’nın himayesinde geçtiğimiz yıl Türkiye Diyabet Vakfı tarafından başlatılan ‘Diyabeti Durduralım’ projesinin ilk yıl değerlendirme toplantısı yapıldı. Çankaya Köşkü’nde yapılan toplantıda toplumu bilinçlendirmek ve diyabet hastalığının önüne geçmek için 22 pilot ilde gerçekleştirilen çalışmaların sonuçları ve projenin ikinci yılında planlanan etkinlikler katılımcılarla paylaşıldı



2011’de Türkiye diyabete dur dedi
Toplantıda konuşma yapan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen, çağın en önemli hastalıklarının başında gelen diyabet ile savaşmak için Türkiye Diyabet Vakfı’nın koordinatörlüğünde yürütülen ‘Diyabeti Durduralım’ projesinin önemine dikkati çekti.

Diyabet prevalansı %14
Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz yaptığı konuşmada 21. yüzyılın getirdiği hareketsiz bir yaşam tarzı, hazır gıdaların daha çok tüketilmesi, öğün zamanlarının kısalması gibi faktörlerle şekillenen yeni yaşam modeliyle diyabetin çok daha yoğun olarak görüldüğünü belirtti. Prof. Dr. Temel Yılmaz, “Diyabet ülkemizde son 10 yılda yüzde 90-100 arasında artış gösterdi. 2000 yılında yüzde 7.6 olan prevalans hızı bugün yüzde 14’e çıktı. Çalışmalar ülkemizde 9 milyon diyabetli olduğunu, 40 yaş üstü nüfusun dörtte birinin diyabet riski ile karşı karşıya geldiğini gösteriyor” dedi.

Hayata geçirilen projeler
 ‘Diyabeti Durduralım’ projesi kapsamında 2011 yılında hayata geçirilen projeleri anlatan Türkiye Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz, “Birinci yılda öncelikli hedefimiz diyabet alanında mücadele veren tüm paydaşların bir araya geldiği “Diyabet Parlamentosu”nu oluşturmak oldu. Diyabet Parlamentosu’nda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, siyasi parti temsilcileri, diyabet tedavisinde görev alan sağlık ekipleri, meslek örgütleri, hasta örgütleri, sivil toplum kuruluşları bir araya gelerek diyabeti durdurmak için yapılacakları masaya yatırdı. Projenin ilk yılında gerçekleştirilen bir başka çalışmada ülkemizde aktif olarak diyabet tedavisi gören 3 milyon ve risk altında bulunan 10 milyon diyabet adayına yönelik diyabet eğitim programı başlatmak oldu. Hastanın hastayı eğitmesi modeline dayanan ve Türkiye’de ilk kez hayata geçirilen “Diyabet Akran Eğitimi” modeli ile tıbbi beslenme, Tip 1 ve Tip 2 diyabet beslenmesi, diyabette psikolojik sorunlar ve cevaplar, gebelik ve diyabet konuları hakkında eğitimden geçirilen hastalar, edindikleri bilgileri kendi bölgelerinde bulunan diğer diyabetli hastalarla paylaştılar. Bu proje için Dünya Diyabet Federasyonu’ndan önemli bir mali destek de aldık. Bu yıl içinde hayata geçirdiğimiz bir diğer etkili çalışma da “Her Sabah 5 Bin Adım At Diyabeti Yen”, “Her Gün 10 Bin Adım” sloganlarıyla çeşitli illerde düzenlenen halkı spor ve egzersiz yapmaya teşvik eden etkinlikler oldu.  

Farklı hedef kitlelere yönelik 4 yeni proje
‘Diyabeti Durduralım’ projesinin ikinci yılında yapılması planlanan projeler hakkında da bilgiler veren Prof. Dr. Temel Yılmaz şunları aktardı: “Türkiye’deki 48 yatılı bölge okulunda eğitim gören öğrencilere doğru ve sağlıklı beslenme eğitimi vermeyi amaçlayan SOBE (Sen de oku, bilgilen, eğlen) projesiyle bu okullardaki 24 bin öğrenciyi eğitmeyi amaçlıyoruz. Üniversite öğrencilerine yönelik hazırladığımız ‘Harekete Geç’ projesi ile mobil telefonlara yüklenen adım ölçer programlarla en uzun yürüyüş yapan öğrencilerin ödüllendirilmesi ve teşvik edilmesi planlanıyor. Ev kadınlarına yönelik hazırladığımız “Çocuklar Okula, Eşler İşe, Haydi Kadınlar Yürüyüşe” projesi ise İstanbul pilot olmak üzere tüm Türkiye’ye yaymayı hedeflediğimiz bir proje. Bu projede her hafta birbirinden farklı ve renkli bir spor aktivitesi ile en aktif katılımcıların ödüllendirilmesini hedefliyoruz. Gençleri aile yemeklerine dönüş ve sağlıklı fast food hazırlama konusunda bilinçlendirmek amacıyla televizyon da yarışma programları düzenlemeyi ve sağlıklı fast food kitabı projesi hazırlamayı amaçlıyoruz.” 

Hedef bilinçlenme, sağlıklı beslenme ve egzersiz
Projenin iletişim sponsorluğunu üstlenen Dörtok & Bersay İletişim Başkanı Dr. Aydın Dörtok ise, Dünya Sağlık Örgütü’nün salgın olarak kabul ettiği diyabetle mücadelede halka hedeflenen mesajların ulaşması ve bunların davranış değişikliği yaratmasında iletişimin büyük bir rolü olduğunu hatırlatarak, bugüne kadar diyabetin durdurulması konusunda gösterilen çabada medya mensuplarının vermiş olduğu destek için teşekkür etti. Dr. Aydın Dörtok toplantıda şunları söyledi:
“Kronik hastalıklar her geçen gün artıyor. Günümüzde insanların en önemli amacı; bu tip hastalıklara yakalanmadan sağlıklı bir şekilde hayatlarını sürdürmektir. Bu yüzden çocuklarımıza daha sağlıklı bir gelecek verebilmek için bugünden onları bilinçlendirmeli ve kendi yaşam tarzımızla da örnek olmalıyız. Diyabeti Durduralım Projesi de tam olarak bunu hedefliyor. Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve Hayrunnisa Gül Hanımefendi de Diyabeti Durduralım Projesi’ni sadece bir devlet projesi olarak görmediler; bu projeye bir anne baba hassasiyetiyle yaklaşıp sahip çıktılar. Bu da projenin başarısında çok önemli bir etken oldu.” Dr. Dörtok tüm sektörlere yönelik bir çağrıda da bulunarak şunları aktardı: “Diyabet sağlıkla ilgili bir konu olmakla birlikte aslında herkesi ilgilendiriyor. Toplumda görülme hızı her geçen yıl daha da artan diyabete karşı mücadelede başta gıda ve spor sektörü olmak üzere tüm sektörlere büyük görev düşüyor. Buradan başta gıda ve spor sektörleri olmak üzere tüm sektörlere destekte bulunmaları için bir çağrıda da bulunmak isterim. Ne kadar çok kişiye ulaşabilecek çalışma yapabilirsek diyabetin yaygınlaşmasını o kadar hızlı durdurabiliriz. Unutmayalım ki sağlıklı bireyler bir ülkenin en büyük servetidir. Bu serveti korumak için hepimizin yapacak çok şeyi olduğuna inanıyorum.”

Projeye katkıda bulunanlara teşekkür belgesi verildi
Konuşmaların ardından ‘Diyabeti Durduralım’ projesi dahilinde yapılan çalışmalara katkıda bulunan kişi ve kuruluşlara teşekkür belgesi verildi. Hastanın hastayı eğitmesi modeline dayanan “Diyabet Akran Eğitimi Programı”na yaptığı katkılardan ötürü Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi  Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bölümü’nden Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Kaya, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlhan Yetkin, Novo Nordisk Sağlık Ürünleri A.Ş.’ye teşekkür belgesi verildi. “Toplumsal Olarak Fiziksel Aktivitelerin Artırılması ve Teşvik Edilmesi” projesine verdiği desteklerden ötürü, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Spor A.Ş. ve Bilim İlaç Sanayi A.Ş.’ye teşekkür belgeleri takdim edildi.  23 Ekim’de 7.2 büyüklüğünde bir depremle sarsılan Van’da bulunan diyabet hastaları için yapılan “Van Depreminde Diyabetli Hastalara Destek” programına verdikleri destek için 100. Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahili Tıp Bilimleri Bölümü Öğretim Üyeleri Prof. Dr. Hüseyin Avni Şahin ve Dr. Işılay Kalan’a ve 14 Mart Dünya Diyabet Günü’nde Diyabetlilere Daha Güzel Bir Yaşam aktivitesine yaptığı katkıdan ötürü Diyabetle Yaşam Derneği Başkanı Emine Alemdar Minaz’a teşekkür belgesi sunuldu. “Tip 1 Diyabetli Çocuklara İnsülin Destek Programı” konusunda yaptığı başarılı çalışmalar nedeniyle Hisar Eğitim Vakfı Okulları lise öğrencileri Hasan Cem Yılmaz ve Utku Tuzcu’ya da teşekkür belgeleri verildi.

Uçlardan Dengeye


5.Uluslararası Bipolar Bozukluklar Kongresi kapsamında gerçekleştirilen ve Türkiye Bipolar Bozukluklar Derneği tarafından düzenlenen “Uçlardan Dengeye” konferansı bipolar bozukluğu olan hastalar ve yakınlarını daha iyi anlamak amacıyla gerçekleştirildi.

Türkiye Bipolar Bozukluklar Derneği tarafından düzenlenen “Uçlardan Dengeye”  konferansına Uluslararası Bipolar Bozukluklar Derneği Başkanı Prof. Dr. Willen Nollen, Bipolar Bozukluklar Derneği Türkiye Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Simavi Vahip, Prof. Dr. Kaan Kora, Prof. Dr. Ömer Aydemir ve sanatçı Nurseli İdiz ile gazeteci Banu Güven katıldı.




İki uç arasında

Nüfusun yaklaşık %3-4'ünü etkileyen ciddi bir duygudurum bozukluğu olan bipolar bozuklukta kişinin duygudurumu, maniden depresyona aşırı 'iki uç' arasında değişebiliyor. Manik epizod sırasında, kişi aşırı mutlu ya da iritabl olurken, depresif epizod sırasında son derece üzgün ve umutsuz hissediyor. Epizodlar arasında kişinin duygudurumu normal olabiliyor. Duygudurumdaki bu değişimler ya da 'duygudurum dalgalanmaları' saatler, günler, haftalar ya da aylarca sürebiliyor. Sağlıklı kişilerdeki normal 'iniş ve çıkışların' tersine, bu duygudurum dalgalanmaları şiddetli ve yaşamı tehdit edici olabiliyor ve normal, sağlıklı işlevselliği engelleyebiliyor.
Bipolar bozukluk herhangi bir yaşta görülebilirse de, tipik olarak ergenlik döneminin sonu ya da erişkinlik döneminin başında başlıyor. Çoğunlukla bir hastalık olarak tanınmıyor ve bu bozukluğu olan kişiler gereksiz yere yıllarca ve hatta on yıllarca sıkıntı çekebiliyor. Tedavi edilmediğinde, alkol ve madde kötüye kullanımı, bozulmuş ilişkiler, kötü iş veya okul performansı, finansal ve sosyal sorunlar ve artan intihar riski gibi yıkıcı sonuçlar doğurabiliyor. Doğru tanı, etkili tedavi ve uygun destekle, bipolar bozukluğu olan pek çok kişi duygudurum dalgalanmalarında denge sağlayarak; normal, üretken ve tatmin edici yaşam sürebiliyor.

Doğru tanı ve tedavi ile dengeli bir hayat…

5.Uluslararası Bipolar Bozukluklar Kongresi kapsamında gerçekleştirilen “Uçlardan Dengeye” konferansına katılan sanatçı Nurseli İdiz, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde psikiyatrik ya da nörolojik hastalıkların yeterince önemsenmediğini, bu konuda farkındalık oluşmadığını söyledi. Uzun yıllar bipolar bozukluk nedeniyle acı çektiğini anlatan İdiz, pek çok doktora başvurmasına rağmen bu hastalığı 15 yıldır çektiğini ve yalnızca bir yıl önce teşhis konduğunu belirtti.
Bipolar bozukluğu insan psikolojisini en fazla etkileyen ve teşhisi en zor konan hastalıklardan biri olarak niteleyen İdiz, bipolar bozukluk nedeniyle kendi meslek hayatına zarar vermiş olabileceğini çünkü insanların bu hastalığa sahip kişilerle çalışmak istemediğini vurguladı.
Bipolar bozukluğun hayatının çok kötü bir döneminde tetiklenip ortaya çıktığını söyleyen Nurseli İdiz, “Sanatçı olduğum için deli-dolu olduğumu söylüyorlardı. Gelgitler yaşıyordum, aşırı davranışlarım oluyordu, alkol kullanıyordum, terapi de uygulanıyordu fakat tanı konamıyordu. Bu şekilde 15 yılım geçti ne yazık ki” dedi.
Nurseli İdiz, “Doğru teşhis, doğru uzman ve hastalığa yüzde 100 inanmakla başlayan bir tedavi süreciyle insanların hayatı çok daha dengeli ve kontrol edilebilir bir hale geliyor, bu konuda insanların çekinmeden hastalığıyla yüzleşmeleri gerektiğine inanıyorum” şeklinde konuştu.

Bipolar bozukluk ve kalıtım

Bipolar bozukluğun kesin nedeni bilinmemekle birlikte araştırmacılar bunun beyindeki bazı kimyasalların dengesizliğinin sonucu olduğunu düşünüyorlar. Bipolar bozukluğun aileden kaynaklanma olasılığı yüksek ve bipolar bozukluğu olan kişilerin üçte ikisinden çoğunun bu bozukluğu ya da majör depresyonu olan en az bir akrabası var. Bununla birlikte, genetik bilimi kimlerin bu hastalığa yakalanacağı kimlerin ise yakalanmayacağını tam olarak açıklayamıyor. Hastalığın gelişimi bir sensitizasyon (sinirsel tutuşma) sürecinden kaynaklanıyor olabilir. Hastalığın ilk epizodlarını büyük bir değişim ya da bir stres vakasının ortaya çıkardığı ya da 'tetiklediği' fakat her epizodun da bir sonraki epizodu daha olası kılan ve sonunda spontan olarak oluşan epizodlara yol açtığı düşünülüyor.

Bipolar bozuklukta tanı kriterleri

Bipolar bozuklukta tanının; mevcut semptomlara, hastalığın gidişine, hastanın öyküsüne ve eğer mümkünse aile öyküsüne dayanması gerekir. Tanı sürecinin başında, duygudurum değişikliklerine neden olabilecek diğer herhangi bir hastalık olasılığını dışlamak için kişinin fiziksel muayeneden geçirilmesi gerekir. Kişi çoğu zaman herhangi bir sorun olduğunu inkar eder ya da sorunları mental hastalıktan başka nedenlere bağlar. Bu nedenle doğru tanıda kişinin yakınlarının anlatımları da çok önemlidir. Ayrıca ailenin mental öyküsüne ilişkin bilgiler de değerlidir. Bipolar bozukluk döngüsel bir duygudurum bozukluğu olduğundan, doktorun hastanın mental öyküsü hakkında genel bir bakışa sahip olması ve önceki atakları gözardı etmemesi son derece önemlidir.
Gazeteci Banu Güven, 20 yıl önce çok yakın bir arkadaşının ruhsal anlamda büyük değişimler gösterdiğini ve bu nedenle çok sarsıldığını belirterek, “İyi olduğunu düşünürken bir yandan da acı çektiğini hissediyordum” dedi. Güven, onu anlamaya çalıştığını, tedavi görmeye başladıktan sonra iyi olduğunu ve arkadaşının o günden beri hayatını dengede yaşadığını söyledi.

Mani özgüveni artırıyor

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda Prof. Dr. Kaan Kora, depresyon sırasında; çökkünlük, derin üzüntü, zevk aldığı faaliyetlere karşı ilgi ve istek azalması, karamsarlık, mutsuzluk, suçluluk, ölümle ilgili düşünceler, unutkanlık, kararsızlık, dikkat azalması ve dağınıklık, yorgunluk ve halsizlik, huzursuzluk, huzursuzluğa bağlı olarak yerinde duramama, uyku değişiklikleri, iştahta değişiklikler, enerji azalması gibi değişiklikler olduğunu belirtti. Bu belirtilerin en az birkaç tanesinin iki hafta ya da daha fazla süreyle hiç değişmeden devam etmesi ve bu değişikliklerin kişinin gündelik yaşamını etkileyecek boyuta ulaşması halinde bu tabloya depresyon adı verdiklerini kaydetti.
Prof. Dr. Kaan Kora, mani döneminde ise kişide aşırı coşku ve neşe görüldüğünü, bazen de neşenin öfkeyle yer değiştirebildiğini belirtti. Bu kişilerin gün içerisinde çok az uyuyarak çok enerjik olduklarını, her zamankinden daha hızlı konuştuklarını, düşüncelerinde hızlanma olduğunu ve buna bağlı olarak dikkat dağınıklığının ön plana çıktığını ifade etti. Bu kişilerin kendine güveninin arttığını söyleyen Kora, kişinin kendisini olduğundan daha önemli hissettiğini ve o şekilde davrandığını, fazla para harcamaya başladığını, hızlı araba kullanımı, cinsel aktivitede artış, alkol tüketiminde artış, beklenmeyen plan ve projelere atılma, tehlikeli işlere kalkışma gibi değişiklikler olduğunu belirtti. Bu durumun bir süredir devam ettiği ve kişinin gündelik yaşamını etkileyecek boyuta vardığı durumlarda kişiye mani tanısı konduğunu belirtti.
Hastalığını genetik ve stresli yaşamla ilgili olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Kora, toplumun yüzde 3-4’ünde bu hastalığın görüldüğünü söyleyerek bunun tedavi edilebilir bir bozukluk olduğunun altını çizdi.

Tedavi ömür boyu sürmeli

Bipolar bozukluğun tedavisinde ilaç tedavisi ile psikoterapinin birlikte kullanıldığını belirten Prof. Dr. Ömer Aydemir, bu amaçla duygu durumu dengeleyici ilaçları kullandıklarını söyledi. Böylece duygulardaki iniş çıkışları kontrol ettiklerini; antipsikotik ve antidepresan grubunu yükselme ve çokkünlük durumda yardımcı olması için kullandıklarını ifade etti. Prof. Dr. Aydemir, yardımcı ilaçların kısa süreliğine kullanıldığını, belli bir iyilik sağlandıktan sonra kesildiğini belirterek, duygu durum dengeleyici ilaçların ise iniş çıkışları kontrol etmek için uzun süre kullanıldığını kaydetti.  
Psikoterapi yöntemleri uygulanırken temel amacın bipolar bozukluğun kendisini tedavi etmek olmadığını vurgulayan Prof. Dr. Aydemir, kişiyi uzun dönem ilaç tedavisine bağlamak, hastalık dönemleri ataklarını erken yakalamak ve remisyonu uzun süre sürdürebilir hale getirmek amacıyla kullandıklarını söyledi.
Tıbbi hastalıkların çoğunda ilacın ömür boyu kullanıldığını söyleyen Prof. Dr. Aydemir, “Hasta iyileşiyorsa bizim için tedavi odur, tedavi hastanın ilacı bırakması değildir. Relapslar yaşanmıyorsa tedavi başarılıdır. Remisyonu sağlamak ve sürdürmeyi amaçlıyoruz” dedi.




Bebeklerde İşitme Sorunları



Genetik, doğumsal ya da bebeklik döneminde yaşanan bazı sorunlar bebeğin işitme kaybı yaşamasına neden olabiliyor. İşitme bozukluğu sinsi bir sorun ve uzun zaman fark edilmeyebiliyor. Oysa erken tanı ve tedavi işitme kayıplarının önlenmesinde büyük önem taşıyor.


Normal bir konuşma ve dil yeteneği için, bebeğin işitmesi gerekiyor. Ancak genetik, doğumsal ya da bebeklik döneminde yaşanan bazı sorunlar bebeğin işitme kaybı yaşamasına neden olabiliyor. İşitme bozukluğu sinsi bir sorun ve uzun zaman fark edilmeyebiliyor. Her tür sağlık sorununda olduğu gibi işitme kayıplarının önlenmesinde ve tedavi edilmesinde de en önemli etken erken teşhis.
Bebeğinde işitme sorunu olduğundan şüphelenen anne-babanın hemen ve mutlaka doktora başvurması gerektiğini belirten Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Vakfı Academic Hospital Odyoloji Merkezi Odyoloji Uzmanı Doç. Dr. Sezer Külekçi, bebeğe yapılacak işitme testiyle soruna erken tanı konulabileceğini söyledi.
Doç. Dr. Sezer Külekçi, ülkemizde her yıl 1.308.000 bebek doğduğunu ve bu bebeklerin yaklaşık 1300-2600’ünün işitme kayıplı olarak dünyaya geldiğini bildirdi. Doğumdan itibaren ilk 3 yaşın, çocuklarda özellikle alıcı dil gelişimi açısından en kritik dönem olduğunu ifade eden Külekçi, “Yaşamın ilk yılında işitsel beyin sapındaki nöronlar gelişmeye devam eder. Ana nöral bağlantıların milyarlarcası ilk yılda organize olur. Snaps sayısı 20 misli (bin trilyona kadar) artar. Dil gelişimiyle ilgili beyindeki alanlar ilk 12 ayda iyi gelişir” dedi.

Erken tanı konan bebekler yaşıtlarını yakalayabilir

Odyoloji Uzmanı Doç. Dr. Külekçi, işitsel sisteme uyaran girişi özellikle erken dönemde kesintiye uğradığı zaman merkezi işitme sisteminde nöronların morfolojisinin ve fonksiyonel özelliklerinin bozulduğunu, bu durumun ancak erken tanıyla düzeltilebileceğini belirtti. Külekçi, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Mümkün olduğunca erken tanı konulup işitme cihazına geçilirse ve ardından yoğun eğitim verilecek olursa işitme kaybı olan bebekte normal işiten yaşıtlarına yakın veya denk konuşma gelişimi sağlanabilir. Başka bir deyişle nöronların morfolojisi ve fonksiyonel özellikleri uyaranın tekrar girişiyle düzeltilebilir. Ancak uyaranın tekrar girişinin zamanlamasında çok hassas olunmalıdır. Yeni doğanlarda uygulanan tarama testleriyle işitme kayıplı bebek en erken dönemde tanı alacak bu da konuşma ve dil gelişiminin normal bebeğin dil gelişimine yakın olmasını sağlayacaktır. 6 aylıktan önce tanı konulup rehabilitasyona başlanmış çocuklarda dil ve konuşma gelişimi yakınlarına yakın gelişme gösterirken, geç kalınmış çocukların yaşıtlarını yakalaması mümkün değildir.”

Bebeklere uygulanan odyolojik testler

Bebeklere uygulanan odyolojik testler hakkında da bilgi veren Doç. Dr. Sezer Külekçi, yeni doğan tarama testlerinin yalnızca işitme kaybı şüphesi olan bebekleri ayırdığını, işitme kaybının cinsi ve miktarına ilişkin bilgi vermediğini vurguladı.
Tanının konulması için diğer odyolojik test tekniklerinin kullanılmasının gerekliliğine dikkat çeken Külekçi, “Oto akustik emisyon testi, işitsel beyin sapı davranım odyometrisi (ABR/BERA/BAEP), akustik immatansmetri, ASSR ve davranım odyometrisi tanısal test teknikleridir. Özellikle bebek ve çocuklarda test tekniklerinin tamamının kullanılması doğru tanıya gidilmesinde çok büyük önem taşır. Tek bir testle tanıya gitmek çok büyük yanlışlıklara neden olur.” bilgisini aktardı.

İşitme cihazı kullanmak gözlük kullanmak kadar doğaldır

Odyoloji Uzmanı Doç. Dr. Külekçi, işitme kaybı tanısında işitme cihazı seçiminin titizlik gerektirdiğini belirterek, “Doğru tanı, doğru cihaz seçimiyle doğru işitsel eğitimle işitme kaybı engel olmaktan çıkar ve işitme kayıplı bebekler yaşamlarını normal işiten yaşıtları gibi sürdürebilirler. Tek farkları işitme cihazı kullanıyor olmalarıdır. Bunun miyop nedeniyle gözlük kullanmaktan farkı yoktur” dedi.


Alzheimer, en sık görülen demans nedeni


Alzheimer hastalığında yaş önemli risk faktörlerinin başında geliyor. 65 yaşından sonra hastalık sıklığı her 5 yılda bir ikiye katlanıyor. 65-70 yaş arasında hastalanma oranı %5 dolaylarında iken, 90 yaş üzerinde oran %50’lere kadar ulaşıyor.

Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları E.A Hastanesi (BRSHH) Psikiyatri Uzmanı Dr. Derya İpekçioğlu, dünya genelinde ve ülkemizde yaşlı nüfus oranının her geçen yıl daha da arttığını belirtti. Bu artışa paralel olarak da özellikle ileri yaşlardaki kişileri etkileyen Alzheimer hastalığının artış gösterdiğini söyledi. Alzheimer hastalığının nedeninin henüz bilinmediğini ve en sık görülen demans tipi olduğunu belirten İpekçioğlu, “65-70 yaş arasında hastalanma oranı %5 dolaylarında iken, 90 yaş üzerinde oran %50’lere kadar ulaşmaktadır” dedi.



Genetik yatkınlık önem taşıyor
Yaşın Alzheimer hastalığı için önemli bir risk faktörü olduğunu belirten İpekçioğlu, şöyle devam etti: “65 yaşından sonra hastalık sıklığı her 5 yılda bir ikiye katlanmaktadır. Diğer risk etkenleri arasında genetik faktörlerde vardır. Birinci dereceden yakınlarında Alzheimer Hastalığı olan kişiler hastalık açısından risk altındadır. Özellikle erken yaşlarda başlayan Alzheimer Hastalığında genetik faktörler daha çok rol oynar. 60 yaşından sonra başlayan hastalıkta ise ailevi özellikler daha az rol oynamaktadır. Diğer risk faktörleri arasında diyabet, hipertansiyon, kolesterol yüksekliği, obezite sayılabilir”


Alzheimer sinsi ilerliyor
Hastalığın yavaş başladığını ve sinsi bir şekilde ilerlediğini belirten Dr. Derya İpekçioğlu, şunları aktardı:
“Genellikle tablo unutkanlık şeklinde başlar. Bazen bu unutkanlık yaşa bağlı unutkanlık olarak değerlendirilip ihmal edilebilir. Hastalar genellikle çevresi için rahatsızlık yaratan bir durum olan davranış problemleri tabloya eklendiğinde doktora getirilir. Bu durum hastalığın erken tanı ve tedavisini geciktirmektedir. Tablo ilerledikçe günlük yaşam aktiviteleri üzerine olan olumsuz etkiler belirginleşir. Hastalar diş fırçalamak, banyo yapmak, kıyafetlerini giyinmek gibi temel günlük yaşam aktivitelerini yerine getirmek için yardıma ihtiyaç duyar hale gelirler. Dışarıya çıktıklarında adres bulamama, eskiden yaptığı alışveriş yapma veya fatura ödeme gibi işlevleri yerine getirememe, anlamada, okumada ve yazmada zorluklar, konuşmada bozulmalar olabilir. Hastalığın evresine göre değişen depresyon, sıkıntı, uykusuzluk, şüphecilik, sürekli gezinme gibi davranışsal belirtiler tabloya eşlik edebilir. Hasta ilerleyen zaman içinde tamamen çevresinin bakımına muhtaç bir duruma gelir. Son evrede, yatağa bağımlı hale gelen hastanın yaşamı fiziksel komplikasyonlara bağlı olarak son bulur.”


Erken tanı ile tablo hafifletilebiliyor
Günümüzde Alzheimer hastalığının kesin tedavisi yoktur. Fakat erken tanı ve müdahaleler belirtilerin hafifletilmesine ve tablonun ilerlemesinin yavaşlatılmasına yardımcı olur.  Dr. Derya İpekçioğlu, “Son yıllarda Alzheimer hastalığının gelişmesine yol açan nedenlerin belirlenmesi, tanısı, tedavisi ve önlenmesi en çok araştırma yapılan alanlardan biri haline gelmiştir ” diye konuştu.

Kadınlarda akciğer kanseri artıyor



Türkiye’de akciğer kanseri kadınlarda artışa geçti. Hastalığa yakalananlarda sigara içme oranı yüzde 91,5. Türkiye’de yeni akciğer kanseri hasta sayısı, 7 merkezin verilerine göre 7300.




Prof. Dr. Nil Molinas Mandel, “Akciğer kanserinin görülme sıklığında erkeklerde hafif bir artış görülse de kadınlarda oldukça yoğun bir şekilde artışa geçmiş durumda. 2010 verilerine göre Türkiye’de erkekler için yüz binde 74, kadınlarda da yüz binde 9.3 gibi duruyor” dedi. Türk Akciğer Kanseri Derneği tarafından, gerçekleşen 5.Ulusal Akciğer Kanseri Kongresi’nin basın toplantısında konuşan TAKD ve Kongre Başkanı Prof. Dr. Nil Molinas Mandel,  Türkiye’de yeni akciğer kanserli hasta sayısının İstanbul hariç 7 Merkezin verilerine göre yılda 7300 olduğunu söyledi.

Akciğer kanseri- sigara ilişkisi

Prof. Mandel Akciğer kanserinin en çok görüldüğü bölgenin İzmir bölgesi olduğunu belirterek şu bilgileri verdi:
“Bu oran İzmir’de erkeklerde 99.9 a kadar çıkıyor, kadınlarda da %11.3 e kadar yükselmiş oluyor. Bizim için son yıllarda son derece önemli olan akciğer kanseri verisi, sigara ile olan ilişkisi. Akciğer kanserinin yıllık Türkiye genelinde beklenen sayısı yeni hasta olarak yılda 30 bin civarında. Sigara içenlerin oranı %91,5. Ailesinde akciğer kanseri bulunanlardaki oran aşağı yukarı %9.6. Ağırlıklı olarak sigarayla oldukça yoğun bir ilişkisi olduğu görülüyor.”

Erken evrede teşhis şansı düşük

Akciğer kanserini erken evrede teşhis etme şansının düşük olduğunu belirten Prof. Mandel, hastalığın daha çok ileri evrede yakalandığını söyledi.  Bu nedenle sağkalımların daha düşük olduğunu vurgulayan Mandel, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Ortalama akciğer kanserlerinde sağ kalım süresi olarak 18 ay veriliyor. Ama bu hastalığın evresine, yapılan tedaviye ve hastanın performansına göre değişiyor. Oldukça yoğun görülen akciğer kanseri hastalığı ile çok yeni gelişmeler var. Türkiye’de bu hastalığa karşı tedbir almaya ve günü gününe takip etmeye çalışıyoruz. Hastalığın erken tanısıyla ilgili çok çeşitli yöntemler araştırıldı. Bu yıl sonuçlanan bazı çalışmalarla da kurtulma şansının olduğu belirlendi.”

Evre 4 hastanın tedavisi

Prof. Dr. Mandel , cerrahi ve radyoterapi yapıldıktan sonra hastaların çoğunda hastalık farklı organlara sıçradığını ve metastazlardan sonra hastalığın 4. Evreye yükseldiğini belirterek, “Hastalık metastaz yaptığı zaman biz bu hastalık dönemine ‘Evre 4 hastalık’ diyoruz” diyerek şöyle devam etti:
“Evre 4 hastalık döneminin tedavisinde bugün kullanmakta olduğumuz klasik yöntemler var. Bu yöntemlerden biri herkesin bildiği ve korktuğu kemoterapi. Ancak kemoterapi eskisi gibi hastalara eziyet eden bir yöntem olmaktan çıktı. Çünkü bugün yan etkilerini önleyecek birçok destek tedavisine sahibiz. Ama yine de hastalarla konuşurken mevcut diğer hastalıklarını dikkate alarak onlara daha iyi bir yaşam sağlamak üzere bu tedavileri öneriyoruz. 1995’li yıllarda aslında ‘acaba kemoterapiye hiç mi gerek yok? Sadece destek tedavi mi yapılsın?’ tartışılıyordu. Bugün ameliyat olan hastalarda bile risk gruplarına bakıp koruyucu olarak bir kemoterapi önerisine geçmiş bulunuyoruz.”

Kişiye özel tedavi yaklaşımları

Son yıllarda daha az yan etkileri olan ilaçların piyasaya çıktığını söyleyen Prof. Dr. Nil Molinas Mandel, “Bunlar daha çok kişiye özel ilaçlar. Akciğer kanseri alanındaki en önemli gelişme bazı hastalar için kemoterapinin yerini tutabilecek hedefe yönelik ilaçların ortaya çıkmış olmasıdır” diyerek şöyle devam etti:
“Belli hücre gruplarında genetik mutasyonlara ve mutasyonların kopya sayısına bakarak bazı ilaçları kullanma şansımız olabiliyor. Ülkemizde de kullanılan ilaçlar arasında erlotinip, gefitinip gibi küçük moleküllü, bizim hücrede çoğalma emrini veren sinyalleri yok eden ilaçlarla tedavi şansı ortaya çıktı. Bu ilaçlar ağız yoluyla kullanabiliyor ve hastalar günlük tedavilerini evlerinde alabiliyorlar. Bunları seçilmiş hasta gruplarında özellikle sigara içmeyen adenokanser grubunda daha etkili kullanabiliyoruz. Bunları ilk tedavi olarak kullanmak için genetik mutasyon testlerini kontrol ediyoruz. Ama ikinci ya da üçüncü seçimde yine bu ilaçları deneme şansımız oluyor. Yine yeni damar yapılanmasını engelleyen bir takım ilaçlar var. Bunları öncelikle kemoterapiyle birlikte kullanıyoruz. Bir süre sonra kemoterapiyi kesip sadece bu yeni damar yapılanmasını engelleyecek ilaçları kullanarak hastalığı durdurma şansımız oluyor. Her hastaya her ilaç aynı oranda etkili değil. Bu bir takım hücresel değişiklikler, enzim değişiklikleri ve genetik farklılıklar kişiye özel tedavi ihtiyacını doğurmuş bulunmaktadır. Bunu da deneyimli merkezlerde, Türkiye’nin hemen her yerinde tıbbi onkoloji ile uğraşan arkadaşlarımız uygulamaktadır.”





Akciğer kanserli hastalar doktora geç evrede geliyor

İstanbul Bilim Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları AD Başkanı Prof. Dr. Ferah Ece, akciğer kanserinde erken tanının çok önemli olduğunu ancak hastaların neredeyse tamamının hekime geç evrede başvurduğunu belirterek şunları anlattı:
“Biz bu hastaları ameliyata hazırlamak için uygun vakalarda tedaviler verip lezyonu çürütüp yeniden ameliyata vermek için olağan üstü çaba sarf ediyoruz. Bu yüzden tanıyı erken koymak sağ kalımı artıran bir faktör. Biz göğüs hastalıkları uzmanları olarak bir takım yenilikleri takip ediyoruz. Bu yüzden bu kongremizde de birçok çalışmalardan da söz edildi. Bizim ana tanı aracımız bronkoskopi. Bronkoskopi, gastroentrologların kullandığı endobronşiyal bir inceleme yöntemi. Akciğerlere burun ya da ağızdan girerek ışıklı bir alet eşliğinde bronşiyalleri görebiliyoruz. Eğer lezyon santral bir lezyonsa bizim bronkoskopi ile lezyona ulaşmamız çok kolay. Direkt olarak tümörü görüp, oradan biyopsi alarak tanıya ulaşabiliyoruz. Ancak her zaman bu iş bu kadar kolay olmuyor. Bazen periferik lezyonlarda farklı yöntemler kullanıyoruz. Elektromanyetik navigasyon gibi. Tanı konduktan sonra evreleme aşamasındaysa bizim lenf düğümlerini aydınlatmamız gerekiyor. Lenf düğümlerinin örneklenlendirmesinde de invaziv yöntemler var. Ancak biz o invaziv yöntemlerden önce non-invaziv yöntemleri kullanmak istiyoruz. Böyle durumlarda bronşların içerisinden lenf düğümlerine ulaşıp oradaki lenf düğümlerinden örnekleme yapıyoruz. Ve bu eğer pozitif olarak sonuçlanırsa evrelememizi yapıp, gerekli tedavileri uyguluyoruz. Endobronşial ultrasonografi ise ulaşılması zor ve küçük lezyonları görmemizi sağlıyor. Ultrason ile lenf düğümünü tespit ettikten sonra iğne biyopsisi ile oraya girerek biyopsi materyalimizi alıyoruz. Sonuç burada da negatif kalırsa o zaman biz hastayı cerrahiye devrediyoruz. Cerrahi olarak örnekleme yapılıyor. Bir diğer teknik ise floresan bronkoskopi. Bunda da görülen bir tümör kitlesi yoksa bile biz farklı bir ışıklandırma sistemi ile bronkoskopi esnasında bronşial yapıları inceleyerek oradaki renk değişikliklerine bağlı olarak karar verebiliyoruz. Bunu da tarama aşamasında kullanıyoruz. Ancak tarama rutin değil akciğer kanserinde ama belirli seçilmiş olgularda, risk faktörü olanlarda, aile örgüsü olanlarda yapabileceğimiz yöntemler ve teknikler.”

Akciğer kanseri önlenmesi en kolay kanser

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahi AD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Kaynak, akciğer kanserinin önlenmesi en kolay fakat en ölümcül kanser olduğunu söyleyerek şöyle devam etti:
“Akciğer kanserinin cerrahi tedavisi mümkündür. Akciğer kanserinin cerrahi tedavisinde tutulu olan akciğerin bir bölümünü çıkartıyoruz, lenf bezlerini temizliyoruz ve hastaya daha uzun bir yaşam süresi sağlamaya çalışıyoruz. Bize gelen hastaların %20- %30’u ‘akciğere bıçak vurulur mu? Akciğere bıçak vurulursa ürer mi? Akciğer çıkartılır mı?’ gibi sorular soruyor. Kesinlikle akciğer çıkartılır, akciğere bıçak vurulduğunda üreme diye bir şey söz konusu değildir. Akciğer kanseri tabii ki en ölümcül, en hızlı metastaz yapabilen kanserlerden bir tanesidir ancak bunun cerrahi ile bıçak ile neşter ile hiçbir ilgisi yoktur. Tekniğin gelişmesiyle bir takım yenilikler söz konusu olabiliyor. Biz tanı ve tedavi amacıyla endoskopik yöntemler kullanıyoruz. Bu yöntemlerde kameranın HD olması, 3 boyutlu olması bize işimizi daha konforlu yapmamızı sağlıyor.”

Radyoterapide normal dokular korunabiliyor

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi AD Öğretim Üyesi Doç. Dr. Deniz Yalman, akciğer kanserinde radyoterapinin iki amaçla kullanıldığını belirterek şöyle devam etti:
“Akciğer kanserlerinde radyoterapiyi iki amaçla kullanıyoruz. Biri küratif dediğimiz hastalığı yok etmeye yönelik amaçla, diğeri de metastatik hastalarda bu metastazların oluşturduğu, hastaların yaşam kalitesini bozan semptomları yok etmeye yönelik olarak. Özellikle hastaların büyük bir kısmı bize ileri evrelerde geliyor. İleri evrelerde küratif tedavi yapmamız çok zor. Ancak özellikle kemoterapiyle birlikte radyoterapiyi uyguladığımız zaman ve yeni gelişen teknolojiye paralel olarak artık bilgisayar kontrollü yapabiliyoruz tedavimizi. Normal dokuları koruyarak, akciğere zarar vermeden daha yüksek dozlar uygulayabiliyor. Yüksek dozlara çıktığımız zaman kürü daha rahat kontrol edebiliyoruz. Genel radyoterapi açısından teknolojik ilerlemelere paralel olarak radyoterapi yöntemlerindeki gelişmeler, her kanserde olduğu gibi akciğer kanserinde de lokal kontrolde bize yardımcı oluyor. Ama bizim şu andaki en büyük problemimiz bu hastalığın yaptığı sistemik metastazlar. Onlara çözüm getirmediğimiz takdirde ölüm oranlarının yüksekliği sürüyor.”


Türkiye’de 3 kat daha az radyoterapi veriliyor

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi AD Öğretim Üyesi Prof. Dr. E. Rıza Çetingöz de radyoterapinin 100 yıldan bu yana uygulanan bir tedavi yöntemi olduğunu söyleyerek şu bilgileri aktardı:
“Radyoterapi ilk olarak dışarıdan uygulanma yöntemiyle başlamıştı. Şu anda radyoterapi yöntemleri çok ilerlemiş durumda. En yeni yöntemlerden bir tanesi içeriden uygulanan yöntem. Çok önemli tıkanmalarda bronşları açıcı bir tedavi yöntemi olarak kullanılıyor. Radyoterapi akciğer kanserlerinde en çok uygulanması gereken bir tedavi yöntemi olmakla beraber, dünya genelinde 100 akciğer kanserli hastanın yaklaşık 66’sının herhangi bir nedenle radyoterapi gördüğü anlaşılıyor. Fakat maalesef ki SGK verilerine baktığımızda ülkemizde bu oranın olması gerekenden 3 kat daha az olduğu görülüyor. 100 hastanın ancak 28’inin radyoterapi gördüğü ortaya çıkıyor. Bu da önemli bir sorun tabii ki. Ya elimizdeki olanakların farkında değiliz ya da bu olanaklar konusunda bilgi sahibi değiliz. Bu yüzden derneklere ve basına çok büyük bir iş düşüyor. Gelmiş olduğumuz noktada bilişimdeki teknolojiyle eskiden 2 boyutlu tedaviler yaparken artık 3 boyutlu tedaviler yapmaya başladık. Eskiden simülatör denen bir radyografi cihazında kitleye odaklanırken, şimdi tomografiler aracılığı ile yapmış olduğumuz planlamalarda kitlenin çevresindeki sağlam dokuları da görerek onları teker teker ince hesaplarda tümörden ayırarak eskiden var olan dozların oldukça üzerine çıkmış durumdayız. Bu yeni gelişen teknoloji sağlam dokuyu çok daha fazla koruyarak tümöre çok daha iyi odaklanabilme şansını getirdi. Streotaktik vücut ışınlamasında lenf modu tutulumu yapmamış olan ve 3 cm’in altında olan tümörlerde haftalık ya da gün aşırı seanslarda, seans başına yüksek dozlar vererek bugün cerrahinin elde etmiş olduğu verilere yakın, hastanın bulunmuş olduğu yerdeki kontrolünü sağlamayı başardığı gösterilmiş durumda. Bilimde gerçekten çok ilerlemiş durumdayız. Eskiden biz tümörü tedavi ederken belli bir sabit alan alır ve tümörü orada ışınlardık. Tümör de alan dışına çıkmasın diye alanı biraz geniş tutmak zorunda kalırdık. Şimdi artık Tümörü takip eden solunum ayarlı 4 boyutlu radyoterapi sadece tümöre odaklanarak çevre dokuları koruyor. Fakat bu aygıtlar çok çok pahalı aygıtlar ve her merkezde bulunmuyor.”

20 Şubat 2012 Pazartesi

Eye for Pharma İstanbul’da

Eye for Pharma konferansı 21-22 Şubat tarihlerinde İstanbul’da ilk kez gerçekleştirilecek. Konferansta, ilaç sektörünün önde gelen uluslararası ve Türk profesyonelleri, Türkiye’de oyunun yeni kurallarını tartışacak.

Yoğun bir değişim ve dönüşüm içinde bulunmakta olan Türkiye ve Türk İlaç Sektörü, ancak bu değişime adapte olabilenlerin faydalanabileceği pek çok fırsat barındırıyor. Öte yandan hükümetin sıkı fiyat politikası ve özellikle pek çok çalışanın da işini kaybetmesiyle sonuçlanan son fiyat düşüşleri, ilaç sektörünün ana gündemini oluşturuyor.

Zorluklar fırsatlara dönüştürülebilir

Zorlukların fırsatlara dönüştürülmesi şüphesiz yeni iş yapış yöntemleri, yeni teknolojiler ve yeni iş baş gündemleri aramodellerinin daha da hızlı hayata geçirilmesini gerekli kılıyor. Küresel olarak senede 50 konferans ve toplantı düzenleyen EyeForPharma’nın, 21-22 Şubat’ta Novomed360’ın katkılarıyla Türkiye’de ilk kez gerçekleştireceği konferansta Türkiye’den ve dünyadan oldukça önemli konuşmacılar Türkiye ilaç sektörünün yeni dinamiklerine ışık tutacak.

Fikir liderleri ve profesyonellerin sunumları

Novomed360 işbirliğiyle Conrad Oteli’nde gerçekleşecek EyeForPharma Turkiye konferasında Abdi İbrahim Satış ve Pazarlamadan sorumlu Genel Müdürü Cüneyt Gedikli, Novartis Ülke Başkanı Güldem Berkman, Mustafa Nevzat Genel Müdürü Levent Selamoğlu, Merck Serono Başkan Yardımcısı Karim Smaira, The Chalfont Project CEO'su ve toplumlarda, organizasyonlarda değişimi, enfeksiyonların yayılmasındaki modelle anlatan 'Viral Değişim' Kitabının yazarı Leandro Herrero, Novo Nordisk Avrupa Başkan Yardımcısı Viggo Birch, Pfizer İş Birimi Müdürü Renan Özyerli, Pfizer Caucar Bölgesi Satış ve Pazarlama Müdürü Haluk Karabatak, Allergan Genel Müdürü Ayşe Uysal ve İş Birimi Direktörü Deniz Durmaz, Boehringer Ingelheim Kurumsal İletişim Direktörü John Pugh, Roche Stratejik Planlama ve İş Geliştirme Direktörü Ufuk Apaydın, AstraZeneca Medikal Direktörü Müjgan Ateş, AstraZeneca Pazar Erişim Direktoru Pelin Eriştiren İncesu, Lundbeck Satış ve Pazarlama Direktörü Altan Görseval, Abdi İbrahim İş Birimi Direktörü Hülya Yalın, Janssen Satış Direktörü Levent Arslan, Egon Zehnder Genel Müdürü Murat Yeşildere, Novartis Pazar Erişim Direktörü Uğur Özkutlu ve Sanofi-aventis-Zentiva İlaçları Pazarlama Direktörü Burak Ergenoğlu, Boehringer İngelheim Kıdemli İş Danışmanı Serkan Erkovan, Abbott Global e-Pazarlama Direktörü Tom Pryzgoda gibi önemli fikir liderleri ve profesyonellerin sunumları olacak.

Türkiye ilaç endüstrisinin yakalayabileceği küresel rol

İlaç Endüstrisi İş Verenler Sendikası Genel Sekreteri Turgut Tokgöz sunumunda, ‘Türk İlaç Endüstrisinin Küreselleşmesi İçin Devlet ile Ortak Yol Haritası Raporu' konusundaki görüşlerini paylaşacak.
EyeForPharma Istanbul’un bir önemli konuşmacısı da İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Turgut Tokgöz olacak. Tokgöz, İEİS tarafından hazırlatılan ve 2011 Kasım ayında duyurulan rapor konusundaki görüşlerini 21-22 Şubat eyeforpharma İstanbul konferansındaki sunumunda paylaşacak . 'Türk İlaç Endüstrisinin Küreselleşmesi İçin Devlet ile Ortak Yol Haritası Raporu', ilaç endüstrisinin mevcut durumu, amaç ve hedeflerinin belirlenmesi, önerilen endüstri stratejisi ve eylem planları başlıklarından oluşuyor ve Türkiye İlaç endüstrisinin stratejik bir yaklaşımla yakalayabileceği küresel rolü tarif ediyor.
Viral Değişim Kitabının yazarı Leandro Herrero da EyeForPharma Turkey konuşmacıları arasında
Konferansın dikkat çekecek bir başka konuşmacısı da toplumlarda, organizasyonlarda değişimi, enfeksiyonların yayılmasındaki modelle anlatan ve Değişim Yönetimine bakışı değiştiren 'Viral Değişim' Kitabının yazarı Leandro Herrero. Herrero da 21 -22 Şubat 2012’deki konferansa konuşmacı olarak katılacak ve kitabı tüm konferans katılımcılarına hediye edilecektir. Ayrıca katılımcıların Leandro Herrero ile tanışıp sohbet edebilecekleri ayrı bir oturum da program içinde yer alacak.



Yeni Türkiye- Yeni ilaç Sektörü

Türkiye’de sağlık sektöründe içinden geçilen dönüşümün getirdiği zorlukların tespiti, çözümü ve yeni fırsat alanlarının tanımlanarak sektörün gelişiminin desteklenmesi için sektörel paylaşım, işbirliği ve verimli tartışma ortamları büyük önem taşıyor. Değişim ve dönüşüm sürecindeki Türk İlaç Sektörünün gelişimini tetikleyecek sektörel paylaşım ve işbirliğine fırsat verecek olan EyeForPharma Türkiye konferansı, Türkiye’den ve Avrupa’dan ilaç sektörüne liderlik eden 150’ye yakın ilaç profesyonelini bir araya getirecek.
EyeForPharma Türkiye, Türkiye ve Avrupa ilaç sektörünün önde gelen fikir liderlerinin rehberliğinde bu konuların tartışılacağı ve Türkiye’deki endüstrinin büyümesinin yolunu açacak fikir alışverişlerinin yaşanacağı bir konferans olarak katılımcılarını bekliyor. İlaç sektörüne özel kaliteli tartışmalara, atölye çalışmalarına katılmak, en son yerel ve global ilaç sektörü başarı hikayeleri ve vakalarını dinlemek, Türkiye ve dünyadan ilaç profesyonelleriyle bir araya gelmek gibi fırsatlar sunan EyeForPharma konferansı, Türk ilaç sektörünün geleceğini şekillendirme yolunda önemli bir iletişim ve bilgi paylaşımı platformu sunacak.


Arzu Kocabıçkıcı

19 Şubat 2012 Pazar

Kadınlar sağlığına ne kadar önem veriyor?

Philips, kadın sağlığı üzerine Türkiye genelinde yaptığı yeni araştırma ile geçtiğimiz yıl açıkladığı "Sağlık ve İyi Yaşam Haritası"nı geliştirdi. Yeni araştırma, kadınların mevcut sağlık durumlarının ve meme kanserine yönelik farkındalık düzeylerinin tespit edilmesi amacıyla gerçekleştirildi.



Sağlık ve iyi yaşam alanının lider şirketi Philips, kadın sağlığı üzerine Türkiye genelinde yaptığı yeni araştırma ile geçtiğimiz yıl açıkladığı "Sağlık ve İyi Yaşam Haritası"nı geliştirdi. 400'den fazla kadının katılımı ile 12 şehirde yapılan yeni araştırma, kadınların mevcut sağlık durumlarının ve meme kanserine yönelik farkındalık düzeylerinin tespit edilmesi amacıyla gerçekleştirildi.
Araştırma hakkında bilgi veren Türk Philips CEO'su ve Philips Sağlık Türkiye Genel Müdürü Willem Rozenberg şunları söyledi:
"Üstün kaliteli, kapsamlı ve ekonomik sağlık bakım hizmetlerinin mevcudiyeti ve bu hizmetin kolay erişilebilirliği toplum ve politika yapıcılar için yüksek öncelikli bir mesele haline geldi. Günümüzde kadınlar sağlık hizmetleriyle ilgili kararlarda ve harcamalarda çok büyük etki sahibidir, sağduyulu ve seçici müşterilerdir. Kadınlar sağlık hizmetlerinin esas müşterileridir, bunun nedeni sadece karmaşık sağlık yapılarına sahip olmaları değil, aynı zamanda genellikle aile fertlerinin sağlık durumlarını da yönetmeleridir. Kadınlar erkeklere göre daha uzun yaşar, dünya nüfusundaki oranları daha yüksektir ve hayatları boyunca sağlık kaynaklarını daha fazla tüketir."

Meme kanserine yönelik farkındalık araştırıldı

Sağlık ve İyi Yaşam Haritasını bu yıl da sağlık kadın sağlığı üzerine yaptıkları araştırma ile geliştirdiklerini söyleyen Rozenberg sözlerine şöyle devam etti:
“Türkiye'de yaşayan kadınların mevcut sağlık durumlarının ve meme kanserine yönelik farkındalık düzeylerinin tespit edilmesi amacıyla yaptığımız bu yeni araştırma, kadınların sağlık alanında yaşadığı sorunları ve beklentilerini anlamamıza ve bu doğrultuda ihtiyaçlarını doğru biçimde tespit etmemize fayda sağlayacaktır. Philips olarak kadınları en çok etkileyen hastalık ve koşullar içinde onların özel ihtiyaçlarını ve deneyimlerini anlayarak, kadınların sağlıklarını ve yaşam kalitelerini iyileştirmek için uzmanlığımızı ve yaratıcılığımızı uygulamada büyük bir sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum."

Philips'in araştırması "ERA Research and Consultancy" tarafından kantitatif araştırma yöntemlerinden telefonla görüşme yöntemi kullanılarak yapılmış. Görüşmeler TÜİK NUTS1 bölgelerine göre 12 ilin kentsel alanlarında 18-70 yaş arasındaki 403 kadın ile 1-11 Kasım 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş.

Kadınların %62'si fiziksel sağlık durumundan memnun...

Araştırmanın sonuçlarına göre kadınların çoğunluğu (%62) fiziksel sağlık durumundan genel olarak memnun. Buna karşın, kadınların %65'i yeterli düzeyde fiziksel egzersiz yapmıyor. Yüksek tansiyon, jinekolojik hastalıklar, eklem ağrıları ve meme kanseri görüşülen kişilerin önümüzdeki 5 yıl içerisinde sağlığı için tehdit oluşturacağından endişe ettikleri hastalıkların başında geliyor. Türkiye'deki kadınların yarıdan fazlası sağlık hizmetlerini kadınların ihtiyaçlarını karşılamada yeterli bulmuyor. Devletin kadın sağlığına yönelik olarak öncelik vermesi ve kaynak ayırması gerektiği düşünülen hastalıkların başında kanser geliyor, kanseri jinekolojik hastalıklar takip ediyor.

Kadınların üçte biri hayatında hiç jinekoloğa gitmemiş...

Görüşülen kişilerin sadece üçte biri Türkiye'deki kanser teşhis ve tedavisine yönelik teknik ekipmanları yeterli buluyor. Kadınların yarıdan fazlası kanserden korunmak için hiçbir şey yapmıyor. Kadınların üçte biri hayatında hiç jinekoloğa gitmediğini söylüyor. Türkiye'deki kadınların yarıdan fazlası bugüne kadar meme kanseri taraması yaptırmak ve kontrol amacıyla bir doktora ya da sağlık kurumuna gitmediğini belirtiyor. Görüşülen kişilerin %38'i ilk mamografi için önerilen yaşı bilmiyor. Kadınların %78'i her yıl düzenli olarak mamografi çektirmenin meme kanseri teşhisine etkisinin büyük olduğunu düşünüyor. Benzer biçimde, erken teşhisin tedavi edilebilirlik üzerindeki önemine yönelik farkındalığın da yüksek olduğu görülüyor (%85).

Kadınların %41'i daha önce kendisine veya bir yakınına meme kanseri teşhisi konduğunu belirtiyor...

Araştırma kapsamında görüşülen kişilerin %41'i daha önce kendisine veya bir yakınına meme kanseri teşhisi konduğunu söylüyor. "Üzüntü", bu haber karşısında ilk hissedilen duyguların başında geliyor. Eşler kişiye kanser teşhisi konması durumunda bu durumun ilk paylaşılacağı kişi olarak belirtiliyor. Meme kanseri konusunda etkili bilgi kaynakları incelendiğinde, televizyon programları ve uzman doktorların bilgi alınan kaynakların başında geldiği görülüyor. Görüşülen kadınların %20'si ise meme kanseri hakkında hiçbir kaynaktan bilgi almadığını söylüyor.

 Arzu Kocabıçkıcı




Meme Rekonstruksiyonunda Gelişmeler

Meme kanseri toplumda giderek artan oranda görülüyor ve özellikle Batılı toplumlarda her sekiz kadından birinde hayatının her hangi bir döneminde ortaya çıkıyor.

Meme kanseri toplumda giderek artan oranda izlenmekte ve özellikle Batılı toplumlarda her sekiz kadından birinde hayatının her hangi bir döneminde ortaya çıkmakta. Gelişmiş kemoterapi ve radyoterapi yöntemlerine rağmen halen meme kanseri için tıbbın bilebildiği en iyi yöntem mastektomidir. İster kısmen alınsın isterse meme dokusunun tamamı çıkartılsın, geriye kalan fiziksel deformasyon beraberinde taşıması oldukça ağır psikolojik yansımalara da sahip olabilmekte.
Rekonstruksiyon için zamanlama
Barbaros Point Hotel’de gerçekleştirilen basın toplantısında konuşan Vehbi Koc Vakfi Amerikan Hastanesi Plastik Rekonstruktif ve Estetik Cerrahi Bölümü’nden Prof. Dr. Reha Yavuzer, meme dokusunun yeniden yapılması konusunda bilgi verdi. Meme kanseri nedeniyle meme dokusu alınan kadınlara yeniden meme yapılması operasyonu olan meme rekonstruksiyonu hakkında, plastik cerrahinin neler sunabileceğini anlatan Prof. Dr. Yavuzer, şunları söyledi:
“Meme onarımı, zamanlama açısından iki dönemde yapılabilir. Bunlardan biri eş zamanlı ya da anında onarımdır. Bu durumda, meme kanseri tanısı konulmuş hastalarda, meme kanseri ameliyatının gerçekleştirildiği seansta, mastektomi işlemi yapıldıktan sonra yeniden meme yapılması söz konusudur. Erken evrede yakalanan meme kanserli hastalar, eş zamanlı onarım için uygun adaylardır. İleri evrede tanı konan, ya da radyoterapi uygulanacak hastalara, hastalıksız geçirdiği birkaç yıldan sonra onarım uygulanması daha doğru bir yaklaşım olabilir. Buna da geç dönem onarım denir.”
Meme rekonstruksiyonu nasıl bir cerrahi gerektirir?
Meme kanserinin mutlaka genel cerrahi, onkoloji, radyason onkolojisi, patoloji ve elbette plastik cerrahi disiplinlerini içinde barındıran bir ekip tarafından beraberce değerlendirilmesi gerektiğini belirten Prof. Dr. Reha Yavuzer, “Böylelikle hasta için en doğru karar detaylı olarak her yönüyle tartışılarak belirlenecektir” diyerek şöyle devam ediyor:
“Bu konsey gerek kanser tedavisinin şekli ve zamanlaması gerekse memenin yeniden yapılandırılmasının şekli ve zamanlaması konusunda belirleyici olmalıdır. Tüm bu süreçler işlerken hastanın istek ve öncelikleri de değerlendirmeye alınır ancak tedavi gerekleri herzaman daha ön plandadır.”
Hastanın kendi dokusu kullanılabilir
Yeniden meme oluşturmak için kullanılabilecek yöntemlerden biri de hastanın kendi dokularıdır. Prof. Dr. Yavuzer, hastanın kendi dokusu ile yapılan meme onarımı için birinci sırada tercih edilen bölgenin, göbek alt kısmındaki karın dokusu olduğunu söyleyerek şöyle devam ediyor:
“Karın bölgesi yumuşak, şekil verilebilen, normal memeye çok benzer, yeterli doku sağlayan bir bölgedir. Doğru hasta seçimi yapıldığı ve doğru teknikler kullanıldığında komplikasyon oranı düşüktür. Estetik sonuçları oldukça iyidir. Karın dokusunun meme onarımı için kullanılmasında; karın dokusunun böyle bir uygulama için yeterli durumda olması, biraz sarkık ve yağlı olması arzu edilir. Hastanın yapılan muayenesi sırasında plastik cerrah hastanın karın bölgesinin uygun olup olmadığı konusunda bilgi verecektir. Ameliyatın zayıf yönleri arasında ameliyat süresinin uzunluğu, tekniğe bağlı olarak 3-8 saat, ameliyat sonrasında hastanede kalış süresi (5-7 gün) sayılabilir. Ayrıca bu yöntem deri altı yağ dokusu olmayan, çok zayıf ve çok küçük memesi olan hastalarda uygun bir seçenek değildir. Daha önce karın germe veya liposuction ameliyatı yapılan hastalarda karın derisini besleyen damarlar zarar görmüş olabileceğinden, bu hastalarda uygulanma şansı yok denecek kadar azdır. Çok şişman olan ya da çok sigara içen hastalarda ise komplikasyon riski yüksek olduğundan, bu yöntemden kaçınmak gerekir.
Hastanın kendi dokusu kullanılan ameliyatlarda ameliyatın başarısı meme yapmak için göğüs ön duvarına taşınan dokunun beslenmesine bağlıdır. Şayet doku beslenmesi ile ilgili sorunlar yaşanırsa dokunun kısmen veya tamamen ölmesi (nekroz) meydana gelebilir. Bu durumda bölgenin temizlenerek tekrar ameliyat edilmesi gerekebilir.”
Silikon protez kullanımı
Uygun seçilmiş hastalarda sadece silikon protez ile de meme dokusu yapılabileceğini belirten Yavuzer, “Bu yöntemde ameliyat süresi daha kısa ve iyileşme daha çabuk meydana gelir; ancak her hasta için uygun olmayabilir. Direkt silikon protez yerleştirilebileceği gibi, yeterli dokusu olmayan hastalarda öncelikle doku genişleticisi denilen balonlar yerleştirilerek zamanla balon şişirilir. Bir iki ay içerisinde balon içerisine sıvı verilerek şişirme işlemi tamamlandıktan ve doku esnekliği sağlandıktan sonra balon çıkartılarak kalıcı silikon protez yerleştirilir” dedi.
İyileşme periyodu nasıldır?
Ameliyattan sonraki ilk gün barsak hareketleri de başladıktan sonra, bir şeyler yemenize ve içmenize izin verilir, ayağa kalkmanız sağlanır. Ayağa kalktığınız andan itibaren idrar sondası artık çekilebilir. İlk günlerde belden itibaren biraz bükük bir pozisyonda yürümek, karın bölgesindeki gerginliği azaltacaktır (karın dokusu ile meme yapılan hastalarda). Drenaj miktarı azalınca drenler çekilir, hareketlerinizin giderek arttırılmasına izin verilir. Bu dönemde yaklaşık 6 hafta süreyle karın korsesi giyilmesi iyileşme süreci açısından yararlıdır. Diğer meme ile simetri sağlanması, ikinci bir ameliyatta da yeniden oluşturulan memeye gerekebilecek rötuş ameliyatı ile birlikte yapılabilir. Sağlıklı memeye uygulanacak işlemler ise meme küçültme, meme dikleştirme ya da meme büyütme olabilir. Meme başının yapılması ise ilk ameliyattan 2-3 ay sonra yapılacak olan 3. ve 4. oturumlarda lokal anestezi altında gerçekleştirilir. Bu işlem için en sık uygulanan yöntem yeni meme üzerinde küçük dokular kaydırarak meme başını oluşturmaktır. Bu esnada vücudun başka bir bölgesinden deri yaması alınarak, meme ucunun areola adı verilen kahverengi kısmı yapılabilir. Diğer sık kullanılan bir yöntem de bu oturumdan 2-3 ay sonra da dövme yöntemiyle areolayı oluşturmaktır. Meme başı ve çevresinin yapılma aşaması çoğu zaman lokal anestezi altında gerçekleştirilir ve hastanın günlük yaşantısını fazla aksatmaz. Ancak yeniden oluşturulan memenin gerçek doğallık ve güzelliğini kazanmasında memebaşı ve çevresi büyük önem taşımaktadır.
Bu operasyonun riskleri nelerdir?
Her cerrahi girişimde olabilecek risklerin dışında şu durumlar söz konusu olabilir:
Deri duyusundaki değişiklik: Karın dokusunun meme bölgesine getirilmesi bu bölgede duyunun oluşturulmasında yeterli değildir. Getirilen doku duyudan yoksun bir dokudur. Hatta çok uzun bir süre deride uyuşukluk hissedilir. Silikon protez kullanılan hastalarda da meme dokusunun hissinin tam olarak meydana gelmesi aylar hatta bazen yıllar alacaktır. Burada ana neden meme dokusunun alınması, yani mastektomi sırasında derinin kaldırılarak içinin tamamen boşaltılmasıdır.
Yara İzleri: Alt karın bölgesinde ve yeni oluşturulan meme çevresinde yara izi kalır. Genellikle bu izler bir yıl içinde solarak belirsizleşir, ancak hiçbir zaman tamamen kaybolmaz. Göğüs de ise mastektominin izleri bulunmaktadır. Şayet sırt dokusu kullanılacak olursa bu takdirde de sırt bölgesinde iz kalacaktır.
Doku kaybı veya yarada açılma: Bazen gerginlik ve dolaşım bozukluğuna bağlı olarak, yarada ayrışmalar ve iyileşme gecikmeleri karşımıza çıkabilir, karın dokusundan oluşturulan memenin bir kısmı beslenmeyebilir. Özellile radyoterapi görmüş meme dokusunda bu risk daha da artmaktadır.
Yağ nekrozu: Doku ölümü gerçekleşebilir ve hacmi kaybolabilir.
Aşırı sertlik: Işın tedavisi görenlerde, sigara kullananlarda ve dolaşım problemi olanlarda getirilen dokuda beslenememeye bağlı uzun süren sertlikler karşımıza çıkabilir.
Karşı meme ile uyumsuzluk, asimetri: Yeni oluşturulan meme, karşı taraftaki meme ile biçim olarak mükemmel bir uyum sağlayamayabilir.
Karın duvarındaki sorunlar: Karın derisinde ise 3-6 ay içinde düzelmesi beklenen bir uyuşukluk olması normaldir.
Meme başı rekonstruksiyonu nasıl yapılır?
Meme başı rekonstrüksiyonu, meme başı ve areolanın meme kanseri ve diğer durumlardan sonra yeniden oluşturulması anlamına gelir. Meme başı ve çevresindeki areola adı verilen kahverengi bölgenin yeniden oluşturulması için farklı yöntemler vardır. Bunlar içerisinde vücudun diğer bölgelerinden alınan deri yamaları, meme derisinden meme başına doku kaydırma ya da diğer meme başından alınmış dokunun paylaşılması tekniği kullanılabilir. Diğer teknikler, örneğin tatuaj dokuya renk vermek amacı için uygulanabilir.
Meme muayenem nasıl olmalı?
Her kadın kendi meme muayenesini yapmayı bilmelidir. Bu konuda bilgilenmek amacıyla mutlaka bir kadın doğum uzmanı ve genel cerrah tarafından kontrol edilmelidir. Hastanın kendi muayenesi sırasında eline gelen herhangibir sertliği veya değişikliği ihmal etmeden ve geciktirmeden bir doktora göstermesi çok önemlidir. Gerek ultrasonografi gerekse mammografi kontrollerini de doktorunun uygun gördüğü aralıklarda yaptırmak önemlidir. Erken teşhis edilen meme kanserinde tedavi başarısı çok yüksektir.
Daha önceden ben göğüslerimi büyütmek için silikon taktırmıştım. Peki ya benim durumum nedir?
Silikon meme protezleri kansere neden olmaz. Konulan silikon protezler meme dokusunun veya kas dokusunun arkasında yer alır. Bu nedenle gerek meme muayenesi için gerekse ultrasonografi ve mammografi için engel teşkil etmez. Silikon meme protezi olan bireylerde de periyodik muayene ve radyolojik incelemeler diğer kadınlarda olduğu gibi yapılmalıdır. Bir kez daha altını çizmekte fayda var silikon meme protezleri kansere neden olmamaktadır. Son günlerde bir Fransız firması ile ilgili çıkan haberler nedeniyle yanlış bir düşünce oluşmuştur. Uluslararası Estetik Cerrahi Derneğinin (ISAPS) yaptığı değerlendirmede bu firmanın sadece bir dönemde ürettiği protezlerin normale gore daha kolay yırtıldığı görülmüş, ancak herhangibir şekilde kanser oluşturduğuna dair bir bulgu tespit edilememiştir. Silikon meme protezleri tüm dünyada uzun bir geçmişe sahiptir. Gerçekleştirilen bütün çalışmalar silikon meme protezinin kanserle bir ilişkisi olmadığını göstermiştir. Bu nedenle sadece Türkiye’de değil dünyadaki bütün ülkelerde güvenle kullanılmaktadır. Silikon meme protezi konulan kadınlar da meme dokularının düzenli kontrol ve muayenesine ihtiyaç duyarlar ama bunun ötesinde bir tedbir veya tetkik gerekli değildir. 
Arzu Kocabıçkıcı