24 Ağustos 2011 Çarşamba

Sigara bıraktırma yaklaşımları

İstanbul Eczacı Odası, Pfizer Türkiye desteğiyle eczacılara yönelik “Eczanede Sigara Bıraktırma Danışmanlığı Eğitimi” düzenledi. Eğitime katılanlara “Eczanede Sigara Bıraktırma Danışmanlığı” sertifikası verildi.

İstanbul Eczacı Odası, Pfizer Türkiye işbirliğiyle eczacılara yönelik “Eczanede Sigara Bıraktırma Danışmanlığı Eğitimi” düzenleyerek katılan eczacıları “Sigara Bırakma Danışmanı” olarak sertifikalandırdı. İsteyen tüm eczacıların ücretsiz olarak katılabildiği programın ilki, 11 Haziran Cumartesi günü İstanbul Eczacı Odasının Mecidiyeköy’deki merkezinde düzenlendi. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Esra Uzaslan’ın verdiği eğitime 50 eczacı katılarak, sigara bıraktırma yaklaşımları konusunda güncel bilgiler edindi.

Halkın ilk temas noktası eczacılar

İstanbul Eczacı Odası Başkanı Ecz. Semih Güngör, hastaların sağlık problemleri hakkında ilk olarak temas ettiği eczacıların bu eğitimle, halkı sigaranın zararları konusunda bilinçlendirmek ve etkili tedaviler için hekimlere yönlendirmek konusunda aktif rol oynamasını hedeflediklerini söyledi. Ecz. Semih Güngör sözlerini şöyle sürdürdü:
“İstanbul Eczacı Odası eczacının danışman kimliğini öne çıkarmak ve hastalara danışmanlık hizmetleri vermek için bir süredir farklı alanlarda çalışmalar yürütüyordu. ‘Eczanede Sigara Bıraktırma Danışmanlığı Eğitimi’ alan eczacılarımız halkımıza sigara bırakmada destek amacıyla danışman görevi üstlenecek, sigara bırakma yollarını hastalara anlatacaklar. Sigara birçok hastalığın başlangıç nedenlerinden biri ve bu bağımlılığı ortadan kaldırmak için, sigarayı yasaklamak olumlu bir adım olsa da yeterli değil. Çünkü sigara güçlü bir bağımlılık ve kolay bırakılmıyor. Bu noktada eczaneye başvuran hastaları bilgilendirmek konusunda eczacılara önemli sorumluluk düşüyor. Eğitime katılan eczacılar yarından itibaren eczanelerinde burada aldıkları bilgileri uygulamaya başlayacaklar. İstanbul’da toplam 5200 eczane var. Bu nedenle bu eğitimlerimizi sürdüreceğiz. Pfizer’le birlikte eczacı kamuoyuna bu eğitimin duyurusunu yaptığımızda son derece olumlu dönüşler aldık. Avrupa ve Anadolu yakasında birkaç eğitim programı daha yapmak ve 5200 eczanenin önemli bir kısmında halkımızın sigarayı bırakmasına katkıda bulunmak istiyoruz.”

Sigara bırakmada üç bağımlılıkla mücadele gerekiyor

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Esra Uzaslan ise “Dünya Sağlık Örgütü tütün bağımlılığını bir hastalık olarak tanımlamakta, sigara içen bazı kişilerde güçlü bir tütün bağımlılığı gelişmektedir. Tütün bağımlılığını psikolojik, davranış ve nörobiyolojik yanları olan bir üçgene benzetebiliriz. Sigarayı bırakmak için bu üç bağımlılıkla da mücadele etmek gerekiyor” şeklinde konuştu.



Psikoterapi Etkilidir

Halen bütün dünyada kabul gören bilimsel klinik bilgi, şizofreni tedavisinin farmakolojik yöntemle sınırlı olduğu değil, şizofreni tedavisinde antipsikotik ilaç kullanımının vazgeçilmez bir bileşen olduğudur. Başka bir deyişle, farmakolojik girişimler, şizofreni tedavisinin gerekli olan ama yeterli olmayan bir bileşenidir.
Türkiye Psikiyatri Derneği Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar Bilimsel Çalışma Birimi adına Prof. Dr. Alp Üçok ve Prof. Dr. Cem Atbaşoğlu, SGK tarafından ifade edilen “psikoterapinin bir tedavi yöntemi olarak fobi vb gibi hastalığın sebebine yönelik bilinçlenmeyle tedavi sağlanabilen bozukluklarda geri ödemeye değer olduğu “biyolojik kökenleri” olan şizofreni için bunun söz konusu olamayacağı” savını değerlendirdi.

Son 15-20 yıldır şizofreninin nörobiyolojik karşılığına ve farmakolojik tedavisine ilişkin çalışmalarda başka tanılara göre daha büyük artış olduğunu ve ilaç geliştirmeye yapılan yatırım miktarı ve piyasaya yeni ilaç sunum hızı da artmış olduğunu söyleyen Prof. Dr. Alp Üçok “Bu gelişme ile şizofreni tedavisindeki başarı yükselmiş olsa da, tek başına farmakolojik tedavi şizofrenide tatminkâr olmaktan uzaktır. Halen bütün dünyada kabul gören bilimsel klinik bilgi, şizofreni tedavisinin farmakolojik yöntemle sınırlı olduğu değil, şizofreni tedavisinde antipsikotik ilaç kullanımının vazgeçilmez bir bileşen olduğudur. Başka bir deyişle, farmakolojik girişimler, şizofreni tedavisinin gerekli olan ama yeterli olmayan bir bileşenidir.”

Hastanın Hastalığını Kontrol Etmesi Sadece İlacını Düzgün Almasıyla Sınırlıdır

Şizofreni bir biyolojik yatkınlık zemininde ortaya çıkmakla beraber başlangıcında çevresel değişkenlerin tetikleyici rolü olduğu da bilinmektedir. Daha önemlisi kişinin dengesini bozucu etkisi olan her çeşit (madde kullanımı gibi biyolojik, göç gibi sosyolojik, fiziksel/cinsel travma, iş, yakın kaybı, ailenin yüksek duygu ifadesi gibi psikolojik) değişkenin hastalığın gidişi üzerine etkisi olduğu söyleyen Prof. Dr. Alp Üçok “ortalama şizofreni tedavisi uygun biyolojik tedavilerle kişiyi dekompanse eden/edebilecek, diğer bir deyişle hastalığın yeniden alevlenmesine yol açan içsel ve dışsal değişkenlere karşı daha sağlıklı başaçıkma yöntemleri geliştirmesini sağlayan psikoterapinin birlikte uygulanmasıyla mümkündür. Maalesef gerek ülkemizde gerekse dünyada şizofreni hastalarında mümkün olan en iyi tedavi yanıtının sağlanamaması psikoterapi boyutunun ihmal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Şizofreni gibi karmaşık bir hastalığın tedavisinin 10 saniye sürecek bir reçete yazma işlemiyle ya da SGK hekiminin önerdiği şekilde “hastayı dinleyerek”  başarılamayacağı açıktır” dedi.

Türkiye Psikiyatri Derneği Şizofreni ve Diğer Psikotik Bozukluklar Bilimsel Çalışma Biriminden Prof. Dr. Cem Atbaşoğlu
             Ailenin yüksek duygu ifadesinin (aşırı eleştiri ya da kollayıcı tutum) “tamiri” için aile tedavisi ya da ruhsal eğitim (psikoeğitim)
             Kişinin hastalığın oluşumu hakkında bilgilendirilmesi, yaşadığı sıradışı yaşantıları anlayabileceği bir çerçeve sunulması; önceki yaşam olayları ile hastalığın başlangıcı ve seyri arasındaki ilişkiyi kavramasını sağlayacak yaklaşımların uygulanması; başlıca semptom gruplarına yönelik spesifik yöntemler ve son olarak yinelemenin (nüks) önlenmesine yönelik çabaları içeren kognitif-bilişsel psikoterapi
             Sözel ve sözel olmayan iletişim becerileri, kişilerarası problem çözme, çevresiyle iletişim kurma, iş başvurusunda bulunmak vb. yoluyla kişinin hastalık nedeniyle kaybettiği ya da hiç kazanamadığı temel becerileri kazandırmayı amaçlayan psikososyal beceri eğitimi.
             Hastanın ilaç uyumunu bozan her çeşit nedenin ele alınarak içgörü sağlanamasa da hekim-hasta ilişkisinde psikoterapi yoluyla sağlanacak güvene dayalı olarak ilaç tedavisinin sürdürülmesine yönelik motivasyonel (güdüleyici) görüşme teknikleri
Gibi özel yaklaşımların hedeflenen amaca göre şizofreni hastasına terapötik ilişki kurulduktan sonra uygulanabileceğini söyledi.

Destekleyici psikoterapi

“Bu teknikleri yeri geldikçe kullanan, hastanın ego gücüne göre hedefler konmasını ve bunları engelleyen durumların aşılmasını, hastada psikozun alevlenmesine yol açabilecek her değişkenle mücadele edilmesine yönelik destekleyici psikoterapi.  Destekleyici psikoterapi, belirti sorgulama, iyi bir hasta-hekim ilişkisi kurma ve hastanın güncel problemlerinin çözümlenmesinden ibaret olmayan, özgül bir müdahale yöntemidir ve temel belirtileri davranış, düşünce duygu ve kişiler arası ilişkilerdeki sorunlar ve aksamalarla kendini gösteren hastalıklarda başlı başına etkili bir tedavidir” dedi.

Güncel problemlerin çözümlenmesi

SGK görüşünde “hastanın dinlenilmesi ve güncel problemlerin çözümlenmesine yönelik” uygulamaların zaten her branşta gerekli olduğu belirtilmiştir diyen Prof. Dr. Cem Atbaşoğlu. “Belirti sorgulama, iyi bir hasta-hekim ilişkisi kurma, güncel problemlerin çözümlenmesi vb. psikiyatriye özgü olmayan hekimlik uygulamalarıdır ve bireysel psikoterapi olarak nitelenemezler. Ancak “güncel problemlerin çözümlenmesi” genel hekimlikte özgül bir müdahale olmasa da, psikiyatride, özellikle şizofrenide, özgül ve başlı başına etkili bir tedavi yöntemidir. Nitekim, şizofreninin takip ve tedavisinde güncel problemlerin psikiyatri uzmanınca ele alınmasının önemi birçok bilimsel çalışmayla gösterilmiştir. Güncel problemler (aile içinde ya da iş yerinde ilişki sorunları ya da verim düşüklüğü), hastalık seyrine ilişkin değerli bilgi veren belirtiler olabilir; alevlenme başlangıcına işaret ederek yinelemenin önlenmesinde büyük değer taşır. Bu da, ilaç dozunda artışın, hastaneye yatışların, her bir yineleme ile artan sosyal uyum zorluklarının önlenmesi, azaltılması ve tedavi maliyetinin düşmesi anlamına gelir” dedi.

SGK görüşünün bağlamı SUT ve maliyet olduğundan, bu müdahalelerin hastanın ve ailelerin hayat kalitesi üzerindeki dolaysız etkilerine değinmemekle birlikte, bunun da ayrıca önemli olduğunu belirtmek istediklerini söyleyen Prof. Dr. Cem Atbaşoğlu. “Bireysel psikoterapiyi “Hastanın hastalığı hakkında içgörü edinmesini, hastalığını kontrol edebileceği noktayı öğrenmesi ve hastalığının gidişi konusunda söz sağlanması” olarak değerlendirmekte. SGK’nın verdiği örnekteki fobi vb. hastalıklarda da psikoterapi hastalığın biyolojik nedenlerini değişmeyi hedeflememekte, bu biyolojik yatkınlık zemininde semptomları alevlendiren kognitif, dinamik vb nedenleri değiştirmeye yönelmektedir” dedi.

Bireysel psikoterapi 5-10 dakikalık bir görüşme süresinde gerçekleştirilemez

Özellikle Avrupa ülkelerinde şizofrenide psikoterapinin tedavi algoritmalarında yer alması, geri ödenmesi de tamamen ekonomik kaygılardan kaynaklanmakta olduğunu belirterek. “Şizofreni gibi sık sık acil servise başvurulması,  yineleyen hastaneye yatışlar vb. nedenlerle sağlık kaynaklarının yoğun kullanılmasına neden bir hastalıkta tedavi maliyetini düşürmenin ancak psikoterapinin de tedavinin parçası olarak kabul edilmesiyle mümkün olduğu Avrupa ülkelerinin sağlık otoritelerince bilinmektedir. SGK da şizofrenide tedavi maliyetini düşürmeyi amaçlıyorsa psikoterapinin daha yaygın kullanımını teşvik etmelidir” dedi.

Prof. Dr. Alp Üçok “Şizofrenide bireysel psikoterapinin 5-10 dakikalık bir görüşme süresinde gerçekleştirilemeyeceği bir gerçektir. Bazı özel merkezlerde psikoterapi ücretinin otomatik olarak SGK’dan tahsil edilmeye çalıştığına ilişkin tartışmaların yargıya intikal ettiği bilinmektedir. Ancak ülkemizde devlet kurumlarının sık sık başvurduğu bir yöntemle uygulamadaki hataları bir başka hatalı uygulamayla gidermeye çalışmak aileleriyle birlikte sayıları 1-1,5 milyona ulaşan bir hasta grubunu mağdur edecektir. Görüşümüz SGK’nın uygulamadaki hata ve suistimalleri giderecek yollar ararken şizofrenide tedavi maliyetini düşürmeyi amaçlıyorsa psikoterapinin daha yaygın kullanımını teşvik etmesi gerektiğidir” dedi.

HIV ile yaşayanların sorunları ve çözüm önerileri

“HIV ile yaşayan kişilerin hakları için farkındalık ve savunuculuk projesi” kapsamında gerçekleştirilen Stigma Index Araştırması’ndan çıkan ortak bulguların sonuçları ve “Enfeksiyon hastalıkları uzmanlarına yönelik HIV tedavi ve takibinde karşılaşılan sorunlar” raporu basın toplantısında paylaşıldı.


Pozitif Yaşam Derneği, iki önemli araştırma sonucunu İstanbul Lares Park Hotel’de düzenlediği basın toplantısında açıkladı. Araştırmalarının bulguları, Türkiye'de HIV ile yaşayan kişilerin sağlık alanında ve sosyal yaşamda karşılaştıkları sorunlara ve bunlara yönelik çözüm önerilerine ışık tutuyor...

“HIV ile yaşayan kişilerin hakları için farkındalık ve savunuculuk projesi” kapsamında Türkiye’de ilk kez Pozitif Yaşam Derneği tarafından 2010 yılı içerisinde tamamlanan Stigma (Damgalama) Index Araştırması’ndan çıkan ortak bulguların sonuçları ve “Enfeksiyon hastalıkları uzmanlarına yönelik HIV tedavi ve takibinde karşılaşılan sorunlar” raporu basın toplantısında paylaşıldı.

Türkiye’de damgalama ve ayrımcılık ölçeği

33 ülkenin katıldığı ve uluslararası platformda HIV/AIDS nedeniyle bireylerin uğradıkları damgalama ve ayrımcılığı ölçmeye yarayan Stigma Index Türkiye araştırması 11 ilde yürütülmüş ve araştırmaya toplam 100 HIV pozitif kişi katıldı.
Araştırma sonuçlarına göre; HIV nedeni ile iş, sağlık ve eğitim hizmetlerine erişimde yaşanan sorunlar arasında öncelikle gelir kaynağını kaybetme (% 30.9), sonrasında ise sağlık kurumu tarafından reddedilme (% 20.4) gelmektedir. Stigma Index Türkiye anketinin en çarpıcı sonuçlarından bazıları sağlık alanındaki hizmetlere erişim ile ilgilidir. Katılımcıların yarıdan fazlası (% 52) bilgileri dışında teste tâbî tutulmuşlardır. Test yaptırma sürecinde toplam 100 kişi içerisinde 77 kişi ise hiç danışmanlık almamıştır. Türkiye’de yapılan Stigma Index anketi, uygulandığı diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye'nin, gönüllü test-danışmanlık olanakları ve etkin bir tedavi süreci bakımından alt sıralarda olduğunu göstermektedir. Araştırma özeti için: http://www.facebook.com/notes/pozitif-ya%C5%9Fam/stigma-index-t%C3%BCrkiye-anketi-sonu%C3%A7lar%C4%B1/253506934664479

Doktorlar HIV Pozitiflerle aynı sorunlara işaret ediyorlar

HIV ile enfekte kişilerin takip ve tedavisini yapan Enfeksiyon Hastalıkları uzmanlarının gözüyle Türkiye’de HIV enfeksiyonunun tanı, takip ve tedavisinde karşılaşılan sorunları tespit etmeyi amaçlayan HIV Konusunda Sağlık Alanında (Doktorlara Yönelik) Araştırma 30 enfeksiyon hastalıkları uzmanıyla gerçekleştirildi.
Araştırmalar kapsamında görüşülen enfeksiyon uzmanı doktorlar da HIV pozitiflerle aynı sorunlara işaret ediyorlar. Uzmanlara göre de Türkiye'de HIV/AIDS ile ilgili toplumsal yargılar ve gönüllü test ve danışmanlık merkezlerinin yetersizliği, HIV pozitiflerin erken teşhis edilememesine ve dolayısıyla etkin tedavi olanaklarından yararlanamamasına sebep oluyor. Ayrıca HIV tedavisi ile ilgili testlerin zamanında yapılamamasına yol açan yapısal yetersizlikler de tedaviyi aksatan faktörler arasında. Uzmanlar ayrıca tedavinin daha etkin yürütülebilmesi için sosyal hizmet uzmanlarının ve psikoloji/psikiyatri servislerinin enfeksiyon servisleri ile işbirliği içerisinde çalışmasının önemini vurguluyorlar. Araştırmaya katılan enfeksiyon uzmanı doktorların çoğu, sosyal güvencesi olmayan hastalarının tedavilerine zamanında başlayamadıklarını ya da başlanan tedavinin yarıda bırakılmak zorunda kaldığını belirtiyorlar. Araştırma raporu için: http://88.250.121.122/MyWeb/public/pyd_doktorlar_raporu_mayis2011.pdf

Araştırmalar ne gösteriyor?

Araştırmalara göre, HIV/AIDS ile ilgili toplumsal önyargılardan kaynaklanan damgalama ve ayrımcılık, HIV pozitiflerin hem sağlık hizmetlerine ulaşımlarının hem de iş ve sosyal hayatlarını etkin bir biçimde sürdürmelerinin önünde engel oluşturuyor.
HIV pozitiflerin yaşadıkları hak ihlallerinin en fazla gerçekleştiği yerlerin başında sağlık kurumları geliyor. Diğer ülkelerde yapılan araştırmalarla karşılaştırıldığında bu oranların Türkiye'de çok daha yüksek çıkması, sağlık kurumlarında da bilgi ve etik yaklaşım konusunda eksiklikler olduğuna işaret ediyor. İncelenen ülkelerin yasalarında bu konu özelinde de, HIV pozitif kişilerin tıbbi verilerinin ve özel yaşamlarının korunmasına yönelik yasal düzenlemeler olduğu dikkat çekiyor. 
Tüm dünyada HIV'in önlenmesine yönelik çalışmalarda özellikle HIV pozitiflerin ve kadınların bizzat politika geliştirme ve uygulama süreçlerine aktif olarak katılmasının önemi anlaşıldı. Bu ilke doğrultusunda Türkiye'de yaşayan HIV pozitif bireylerin de aktif rol alabilmesi için insan haklarının güvence altına alınması ve “ihtiyaç duyulan yasal düzenlemeler”in hayata geçirilmesi gerekiyor.

"HIV/AIDS ile Yaşayanların Haklarına Yönelik Farkındalık ve Savunuculuk Projesi"

Avrupa Komisyonu Demokrasi ve İnsan Hakları için Avrupa Aracı (DİHAA) Türkiye Programı ve Birleşmiş Milletler HIV/AIDS Ortak Programı (UNAIDS) tarafından desteklenmiş ve YASADER ile UNAIDS ortaklığıyla yürütüldü.

Stigma Index Türkiye Araştırması

“HIV ile yaşayan kişilerin hakları için farkındalık ve savunuculuk projesi” kapsamında Pozitif Yaşam Derneği tarafından yürütülmüş ve HIV ile Yaşayanların Küresel Ağı (GNP+) ile Avrupa HIV Ağı tarafından desteklendi.
Pozitif Yaşam Derneği, HIV ile yaşayan bireyler, yakınları, doktorlar ve aktivistler tarafından 2005 yılında kuruldu. Dernek, HIV/AIDS ile yaşayanlar ve yakınları arasında iletişim ağı kurarak tedaviye erişimlerini kolaylaştırmak, kendilerinin ve yakınlarının fiziksel, ruhsal ve sosyal açılardan güçlendirilmelerini sağlamak, haklarını korumaları için destek vermek ve uluslararası sözleşmelerde güvence altına alınmış haklarının fiilen uygulanabilmesini sağlamak için çalışıyor. Bunun yanında HIV/AIDS konusunda toplumu bilinçlendirme, önleme ve koruma çalışmaları yürütüyor.

İlaç Araştırmaları Birimi kuruldu

İstanbul Üniversitesi ile Novartis ilaç firmasının 2010 yılında ilaç alanında Ar-Ge çalışmaları yapmak amacıyla başlattıkları stratejik işbirliği sürecinde İstanbul Üniversitesi’nde kurulan İlaç Araştırmaları Birimi’nde kamu sağlığı ve ülke ekonomisine katkı sağlayacak klinik araştırma çalışmaları yürütülecek.
İstanbul Üniversitesi ile Novartis ilaç firmasının 2010 yılında ilaç alanında Ar-Ge çalışmaları yapmak amacıyla başlattıkları stratejik işbirliği sürecinde İstanbul Üniversitesi’nde kurulan İlaç Araştırmaları Birimi’nin açılışı düzenlenen törenle gerçekleştirildi. Yapılan işbirliği kapsamında kurulan İlaç Araştırmaları Birimi’nde kamu sağlığı ve ülke ekonomisine katkı sağlayacak klinik araştırma çalışmaları yürütülecek. Birim, gelecekte Ar-Ge ve inovasyona yönelik yeni bilimsel projeler için ilk adım olacak.
Türkiye’nin lider ilaç firmalarından Novartis ile Türkiye’nin en köklü eğitim kurumlarından İstanbul Üniversitesi’nin ilaç alanında araştırma ve geliştirme çalışmaları yürütmek üzere geçtiğimiz yıl imzaladığı stratejik işbirliği anlaşması çerçevesinde İstanbul Üniversitesi bünyesinde İlaç Araştırmaları Birimi kuruldu.

Türkiye’de gerçekleştirilen klinik araştırmaların artırılması hedefleniyor

Türkiye’de gerçekleştirilen klinik araştırmaların artırılması amacıyla kurulan ve araştırmaların İstanbul Üniversitesi bünyesindeki araştırmacılar tarafından yapılacağı birimde Faz II, III ve IV düzeyinde, nöroloji, kardiyoloji, enfeksiyon, romatoloji, solunum, transplantasyon, hematoloji ve onkolojinin de dahil olduğu Novartis'in çalıştığı tüm tedavi alanlarında klinik çalışmalar yürütülecek. Yardımcı personel istihdamı, klinik çalışma araştırmacıları ve destek personelinin eğitim ihtiyaçlarının da karşılanması hedeflenen Birim’de eğitim-staj programları, bilgi alış-verişi, hekim - hasta eğitim programları geliştirilmesi gibi birçok farklı alanda işbirliği de gerçekleştirilecek.
Birim’in açılış töreni İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, İstanbul Tıp Fakültesi Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yağız Üresin ve Novartis Türkiye Başkanı Güldem Berkman’ın yanı sıra İlaç ve Eczacılık Genel Genel Müdür Yardımcısı Dr. Hanefi Özbek’in katılımıyla gerçekleşti. 

Ortak Akıl için işbirliği

Açılış töreni sırasında konuşma yapan İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet, “İstanbul Üniversitesi olarak daha görünür olmak ve yeni bilgiler üretmek adına ortak bir akılla hareket etmenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncemizin ışığında ortak bir akıldan kuvvet almak adına Novartis ile bu önemli işbirliğimize imza attık” dedi. Günümüzde bilgi çağının bittiğini ve ortak akıl çağının başladığını belirten Söylet “ Novartis ile bu ortaklığımızın en büyük amacı bilgi ve yenilik üretmek ve bu yenilikleri topluma sunmaktır. Bu amacımızı gerçekleştirmek için attığımız bu adımda başta Sayın Güldem Berkman olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum” şeklinde konuştu.

Üniversite-Sanayi-Devlet işbirliği

İlaç ve Eczacılık Genel Müdür Yardımcısı Dr. Hanefi Özbek, “Türkiye’de dünya standartlarının üzerinde klinik araştırma merkezlerinin yapılması en büyük amacımızdır. Bu amacın ancak üniversite-sanayi-devlet işbirliğiyle yapılması mümkündür” dedi. Bu çerçevede çeşitli eğitimler düzenlediklerini de belirten Özbek, “Şimdiye kadar 2209 insanımıza eğitim olanağı sağladık. Bundan sonra da düzenlediğimiz sertifikalı eğitimlerle bilgi kalitesinin arttırılmasını hedefliyoruz” dedi.

“Yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesini destekliyoruz”
Novartis Türkiye Başkanı Güldem Berkman ise, “Bireylerin yaşam kalitesini artırmak ve yeni tedavi yöntemlerinin geliştirilmesini desteklemek öncelikli hedefimiz. Novartis olarak tüm dünyada yıllık ciromuzun yaklaşık %20’sini Ar-Ge faaliyetlerine ayırıyoruz. Sadece geçen yıl araştırma geliştirme faaliyetlerine ayırılan rakam 9,1 milyar ABD doları. Bilimsel araştırmaları küresel düzeyde bir değere dönüştürmek üzere üstlendiğimiz görev ve sorumluluk bilinciyle, Türkiye’nin en köklü kurumlarından İstanbul Üniversitesi ile işbirliği yapmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Birlikte temellerini atıp geliştirdiğimiz bu birimin ülkemizin ilaç araştırmaları alanındaki ağırlığının artmasında önemli bir adım olacağına inanıyoruz” dedi.
Sağlık alanında dünyanın önde gelen kuruluşlarından biri olan Novartis, Türkiye’de de ilaç sektörünün önde gelen firmaları arasında yer alıyor. Firma, yaşam kalitesini artıran ve süresini uzatan, yaşamı koruyan yenilikçi ürünleri keşfedip geliştirerek piyasaya sunuyor. Yalnız sağlık alanında faaliyet gösteren Novartis; yenilikçi ilaçlar, tasarruf sağlayan jenerik ilaçlar, koruyucu aşılar, tanı araçları ve tüketici sağlığı ürünlerinden oluşan geniş ürün portföyüyle hastaların ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamayı hedefliyor.  2010 yılında Grubun devam eden operasyonlarında 50.6 milyar dolarlık net satış rakamına ulaşılırken bunun yaklaşık 9.1 milyar dolarlık kısmı Grup çapında Ar-Ge faaliyetlerine aktarıldı. Merkezi İsviçre’nin Basel kentinde bulunan Novartis Grubu firmaları dünya çapında 140 ülkede faaliyet göstermekte ve 16,700 Alcon çalışanı da dahil yaklaşık 119,000 kişiyi istihdam ediyor. Türkiye’de yaklaşık 2.400 çalışanı ile üretim pazarlama, klinik araştırmalar faaliyetlerini yürüten Novartis’in, 3 üretim tesisi bulunuyor. 








Çocukların tuvalinden “Epilepsi”

Türk Epilepsi ile Savaş Derneği tarafından sanofi-aventis desteği ile bu yıl beşincisi düzenlenen “Epilepsi ve Ben” Resim Yarışması ile epilepsi hastası olan 6-16 yaş arası çocukların kendilerini ifade etmelerini sağlamak, epilepsiden etkilenen bireyleri ve aileleri yakınlaştırmak amaçlanıyor.

Türk Epilepsi ile Savaş Derneği tarafından sanofi-aventis desteği ile bu yıl beşincisi düzenlenen  “Epilepsi ve Ben” Resim Yarışması’nın sonuçları açıklandı. 4 Haziran 2011 tarihinde Şile’de düzenlenen Epilepsi Sempozyumunda gerçekleştirilen ödül töreninde dereceye giren çocuklar ödüllerini aldı. Epilepsi hastası olan 6 -16 yaşları arasındaki çocukların katılabildiği yarışma ile epilepsi konusunda farkındalığı artırmak, epilepsi hastası olan çocukların kendilerini ifade etmesine olanak yaratmak ve epilepsiden etkilenen bireyleri ve aileleri yakınlaştırmak amaçlanıyor.
6-11 ve 12-16 yaş arası olmak üzere iki ayrı yaş kategorisinde gerçekleştirilen yarışmaya yine yoğun bir katılım sağlandı. Birbirinden yaratıcı 98 resmin katıldığı yarışmada, sulu boya, yağlı ya da kuru, pastel, yağlı boya ya da karışık türlerde resimler yarışıyor.  
Jüri değerlendirmesine göre, 6-11 yaş kategorisinde, yarışmaya İstanbul’dan katılan Dilara Kayra Koçak birinci seçildi. Adana’dan Nagihan Batuk ikinci, Bursa’dan katılan Feyzanur Kocaman üçüncü oldu.
12-16 yaş kategorisinde ise; yarışmaya Adana’dan katılan Muhammed Emin Türkoğlu birinci, Antalya’dan Dilay Yılmaz ikinci, Antalya’dan Serhat Peker ise üçüncü oldu. Her iki kategoride de birincilik ödülü 2.000 TL, ikincilik ödülü 1.500 TL ve üçüncülük ödülü ise 1.000 TL idi.
Geçen sene olduğu gibi, bu sene de Türk Epilepsi ile Savaş Derneği tarafından belirlenen resimleri çeşitli hastanelerde sergileme kararı alındı. Eserlerin ayrıca, takvim, posta kartı olarak kullanılması da planlanıyor.

Epilepsi tedavi edilebilir

Epilepsi hastalığının başlıca belirtisi tekrarlayan nöbetlerdir. Bu nöbetler her yaşta ve her cinsiyette görülebilir. Epilepsi nöbeti, basitleştirilmiş şekliyle beyin fonksiyonlarında kısa süreli bozukluğa bağlıdır. Nöbetler, beyin hücrelerinde geçici, anormal elektrik sinyali yayılması sonucu ortaya çıkar.
Beyine ait gelişim bozuklukları, tümörler, beyin kanaması, beyinde hasara neden olabilecek enfeksiyonlar, kafa travmaları, yaşlılıkta ortaya çıkan Alzheimer hastalığı, inme gibi durumlar epilepsinin ortaya çıkmasına neden olabilir. Ayrıca bazı epilepsilerin ailevi geçişli olduğu bilinmektedir. Bazılarında ise neden saptanamamaktadır.

Epilepsi tedavi edilebilen bir hastalıktır. Buradaki en önemli amaç nöbetlerin durdurulmasıdır. Tedavide çeşitli ilaçlar kullanılır, bu ilaçlar hastaların çoğunda nöbetleri başarıyla kontrol eder. Çeşitli ilaçlara rağmen nöbetleri devam eden hastalar, tedaviye dirençli kabul edilir. Bu hastalar için ilaç geliştirme çalışmaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Ayrıca uygun hastalarda, cerrahi tedavi ile başarılı sonuçlar alınmaktadır.

DEHB tedavi edilebilir

Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan, özellikle okulların kapanması ile başlayan tatil döneminde, ailelerin çocuklarına ilaç tatili verme eğiliminde olduğuna dikkat çekerek, “DEHB’li çocukların tedavilerini aksatmaması gerekiyor. Düzenli ilaç kullanımı ile tedavinin etkisini tatilde de görüyoruz” dedi.



Antalya’da düzenlenen 21. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi kapsamında Janssen’in desteği ile “Poliklinikte Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanı ve Tedavisi” adlı bir sempozyum düzenlendi. Sempozyumda Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan bir sunum yaptı. Ayrıca sempozyum sonrasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı Başkanı Doç Dr. Yasemen Işık Taner’in katıldığı bir sohbet toplantısı da düzenlendi.

Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan, sunumunda, DEHB’in tanı ve tedavisinde dikkat edilmesi gereken noktalara dikkat çekti. Prof. Dr. Ercan, “Yürümeye yeni başlayan bir çocuğun çok hareketli olması gelişimsel olarak beklenen bir durumdur. Ancak 11 yaşındaki bir çocuğun sınıfta 10-15 dakika bile yerinde oturamaması gelişimsel olarak olağan karşılanmamaktadır. DEHB tanısı için zeka testine veya görüntüleme yöntemlerine gerek yok. Uykusuzluk, iştahsızlık gibi belirtiler de bize tanıda ipuçları veriyor. DEHB’li çocuklar TV ve bilgisayar başında çok fazla zaman geçiriyor. Tedavide ilaç kullanımı ise en etkili yöntem” diye konuştu.

“İlaç tatili yapılmamalı”

Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan, özellikle okulların kapanması ile başlayan tatil döneminde, ailelerin çocuklarına ilaç tatili verme eğiliminde olduğuna dikkat çekerek, “DEHB’li çocukların tedavilerini aksatmaması gerekiyor. Düzenli ilaç kullanımı ile tedavinin etkisini tatilde de görüyoruz” dedi.

“DEHB’li ergenlerde alkol ve madde bağımlılığı gelişiyor”

Doç. Dr. Yasemen Işık Taner ise konuşmasında, ergenlerde DEHB’in etkilerine dikkat çekti. Doç. Dr. Taner, tedavi edilmeyen DEHB hastalarının ergenlik dönemlerinde kötü kimliklerle öne çıktığını dile getirerek, “Bu çocuklar ergenlik dönemlerinde alkol kullanımına yöneliyor, asabi, kabadayı oluyorlar. Tembellik de DEBH’li ergenlerde baş gösteren önemli bir özellik. 3 yaşından önce zaten tanı koyamıyoruz ama ne kadar erken bu rahatsızlığı tespit edersek o kadar erken tedavi edilebilir ve ergenlik dönemlerinde sıkıntı yaşamayız,” dedi.

DEHB tanısı için çocuğun gelişim süreci, tıbbi özgeçmişi, DEHB’in ailedeki geçmişi, eğitimsel özgeçmiş, sosyo-ekonomik ve psikolojik özellikler, çocuktan, ailesinden ve okulundan alınan bilgiler, test ve ölçeklerin uygulanması başlıca ele alınan konular arasında yer alıyor.

Arzu Kocabıçkıcı

Tatile Çıkmadan Önce

Yaz aylarında vajinit bulgularıyla gelen hastalarda hafif bir artış olmasına rağmen, bu artış zannedildiği kadar büyük oranda değildir. Bu artışın sebebi yaz aylarının getirdiği hijyen koşullarındaki olumsuzluklar, aşırı sıcaklar ve terleme olabilir.


Türk-Alman Jinekoloji Eğitim, Araştırma ve Hizmet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Cihat Ünlü yaz aylarının gelmesi ile birlikte kadınların tatilleri boyunca özellikle hijyene çok dikkat etmeleri gerektiğini vurguladı.
Vajinit diğer bir deyişle vajina iltihabı’nın vajinada akıntı, kaşıntı ve yanma ile karakterize bir rahatsızlık olduğunu ve kadınların jinekoloğa başvurma nedenlerinin başlarında geldiğini söyleyen Prof. Dr. Ünlü “Vajinite sıklıkla vajinal enfeksiyonlara neden olur. Enfeksiyon etkeni mantar, parazit veya bakteri olabilir. Sıcakların artmasıyla beraber serinlemek için girilen deniz ve havuzların vajinal enfeksiyonlara sebep olabileceği endişesi, tatil hazırlıkları yapan kadınları tedirgin etmektedir. Yaz aylarında vajinit bulgularıyla gelen hastalarda hafif bir artış olmasına rağmen, bu artış zannedildiği kadar büyük oranda değildir. Bu artışın sebebi yaz aylarının getirdiği hijyen koşullarındaki olumsuzluklar, aşırı sıcaklar ve terleme olabilir” dedi.

Temiz ve yeterli klorlanmış havuzlar tercih edilmeli

Vajinal enfeksiyondan korunmak için öncelikle,  temizlik ve klorlaması yeterli olan havuzlar tercih edilmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Cihat Ünlü, “Su sirkülasyonu yetersiz ve kalabalık havuzlardan uzak durulmalıdır. Çünkü bu tip havuzlar yalnızca vajinal enfeksiyon değil, bir çok başka enfeksiyon hastalığına da sebep olabilir. Bunun dışında vajinal enfeksiyonlardan korunmak için vajina florasını ve dengesini bozacak şeylerden uzak durulmalıdır. Floranın bozulması, yalnızca vajinal enfeksiyona neden olmaz aynı zamanda cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanmamızı kolaylaştırır” şeklinde konuştu.



Hijyene dikkat

TAJEV Başkanı Prof. Dr. Cihat Ünlü, yaz ayları ile birlikte kadınların özellikle dikkat etmesi ve alması gereken önlemlerin başında hijyen olduğunu vurgulayarak şunları söyledi:
“Uzun süre ıslak mayo ile kalınmamalı, deniz ve havuzdan çıktıktan hemen sonra ıslak mayo değiştirilmeli, kalabalık ve hijyeninden emin olmadığınız havuzlardan uzak durulmalı, günlük duş alınmalı, duşlarında PH'ı nötral duş jelleri tercih edilmeli, sentetik değil pamuklu iç çamaşırları kullanılmalı ve muhakkak günlük olarak değişmeli, dar pantolonlardan uzak durulmalı, vajinanın içi yıkanmamalı, sentetik ve havasız bir ortama neden olan günlük pedler kullanılmamalı ve vajinal yanma kötü kokulu akıntı, kaşıntı, idrar yaparken yanma gibi şikayetler varlığında mutlaka doktora başvurulmalı.”
Prof. Dr. Ünlü, bu koşullara riayet ettikleri sürece gebelerin de yaz aylarında havuz ve denizden yararlanmalarında hiçbir sakınca bulunmadığını vurguladı.  Düşme, kayma gibi kazalara karşı önlem alarak doğuma kadar denize girilebileceğini, hatta yüzme, tüm kasları çalıştırarak, kan dolaşımını attıran, doğumu kolaylaştıran, sırt ve bel ağrılarını azaltan bir egzersiz olarak gebelere önerilebileceğini söyledi.

Yeterli sıvı alımı önemli

Yaz sıcaklarında gebelerin çok dikkat etmesi gereken bir konu da yeterli sıvı alımı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Ünlü “Bulantı ve kusmaların yoğun olduğu dönemleri atlattıktan sonra günde üç litreye yakın sıvı tüketmek gebelikte gelişebilecek birçok problemin önüne geçecektir. Sıcak havalarsa, sıvı alımının önemini daha da arttıracaktır. Kabızlık, basur ve idrar yolu enfeksiyonu yeterli sıvı alımıyla önüne geçilebilecek problemlerin başlarında gelmektedir. Anne karnındaki bebeğin etrafındaki suyun esas kaynağı bebeğin kendisi olmakla beraber, annenin yeterli sıvı alımı da bebeğin su miktarında bir yere kadar etkilidir” diye konuştu. Gebelerin özellikle güneş ışınlarının dik olarak geldiği 11:00 -15:00 saatleri arasında güneşlenmemenin en doğrusu olduğunu da belirten Ünlü, “Gebelikte salınımı artan bazı hormonlar, gebelerin güneş ışığına hassasiyetini arttırmakta, özellikle yüz ve karın bölgesinde kahverengi gebelik lekelerinin oluşumuna neden olmaktadır. Bu nedenle, güneşe çıkarken yüksek koruma faktörlü kremler, güneş gözlüğü ve şapka kullanmak gereklidir. Yine açık renk ve dar olmayan pamuklu giysiler tercih edilmeli, günlük duş alınmalıdır” diye konuştu.

Sistit tedavisiz kalmamalı

Yaz sıcakları, yetersiz sıvı alımı, terleme, hijyen eksikliği, uzun süre ıslak mayo ile kalmakla ilişkilendirilebilecek diğer bir rahatsızlığında, kadınlarda sık görülebilen sistit olarak bilinen idrar yolları iltihabı olduğunu söyleyen Prof. Dr. Ünlü şu bilgileri verdi:
“Sistit kadınlarda sık görülür; çünkü mesaneden idrarı dışarı taşıyan boru, kadınlarda çok kısadır. Bu da enfeksiyonun kolayca mesaneye yayılarak sistit oluşmasına neden olur. Sistit, sık ve ağrılı idrar yapma, idrar yaparken yanma şeklinde belirti verir. Bu şikâyetlerin varlığında hekime başvurmak önemlidir; çünkü sistit tedavisiz kaldığında enfeksiyonun yukarıya çıkarak böbreklere yayılma ihtimali vardır. Sistit oluşumunun önüne geçmek için bol sıvı almak ve hijyene dikkat etmek elzemdir. Az sıvı almak, bir takım kristallerin birikimine neden olarak enfeksiyonu kolaylaştırır. Gebelikte salınan progesteron hormonu idrar akımını sağlayan düz kasları gevşeterek idrar akımını yavaşlatır. Büyüyen uterusun bası etkisi de bununla birleşince gebelerin idrar yolu enfeksiyonu geçirmeleri daha da kolaylaşır. Gebelikte gelişen idrar yolu enfeksiyonu ile erken doğumu ilişkilendiren çalışmalar mevcuttur. Bu nedenle gebelik süresince yeterli sıvı alımına dikkat edilmesi çok önemlidir.”

Ateş basmaları sıcaklarla artabilir

Menopoza girmiş hanımlar da yaz sıcaklarını sıkıntıyla geçirebiliyor. Çünkü; zaten var olan ateş basmaları sıcaklarla beraber artabiliyor. Prof. Dr. Cihat Ünlü menopoza giren kadınların özellikle yaz aylarında dikkat etmesi gerektiğini söyledi. Ünlü, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Menopoza giren kadınlarda terleme, çarpıntı, ruhsal değişiklikler yaşanabilir. Bu gibi semptomlar yaşam kalitesini olumsuz etkileyecek kadar şiddetli ve sık oluyorsa muhakkak doktora danışmak gereklidir. İlaç kullanımının sakıncalı olduğu durumlar içinse diğer bir öneri olarak karayılan otu (black cohosh) verilebilir. Yapılan çalışmalarda karayılan otunun ateş basmalarını oldukça etkin bir biçimde azalttığı gösterilmiştir. Bunun dışında soya, keten tohumu ve ginseng bitkisiyle ilgili olarak ateş basmalarını azalttıklarına dair çalışmalar mevcuttur. Bu ürünler de destek olarak kullanılabilir.”

Arzu Kocabıçkıcı

Aritmi hayatın ritmini bozuyor

Yüksek kan basıncı, kalp yetersizliği, kalp kapak hastalığı ritim bozukluklarına yol açabiliyor. Kalbinde hiçbir yapısal bozukluk saptanmayanlarda da kalp ritim bozukluğu ortaya çıkabiliyor.



Kalp içi elektriksel uyarı oluşturan ve ileten yapılarda veya kalp kasında bozukluk olması ritim bozukluklarının ortaya çıkmasına neden oluyor. Doğuştan gelen ritim bozukluklarının yanında, diğer kalp hastalıklarının varlığı da kalpte ritim bozukluğuna yol açabiliyor. Anadolu Sağlık Merkezi Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Enis Oğuz, “İleti sistemini besleyen damarlar tıkandığında hayati ritim bozuklukları oluşabiliyor. Yüksek kan basıncı, kalp yetersizliği, kalp kapak hastalığı ritim bozukluklarına yol açabiliyor. Ayrıca, kalbinde hiçbir yapısal bozukluk saptanmayanlarda da kalp ritim bozukluğu ortaya çıkabiliyor” diye konuştu.
Kalp, vücudun düzenli işleyen makinesi. Kalbin dakikada ortalama 60-100 kez atması bekleniyor. Bunun altındaki ya da üstündeki değerlerde ritim bozukluğu söz konusu olabiliyor ve ritim bozuklukları kalbin çalışmasına sekte vuruyor. Bu bozukluklar arasında, kanda pıhtılaşmaya yol açarak inme riskini artıran atriyal fibrilasyon ilk sırada yer alıyor.

Atriyal fibrilasyon yaşla birlikte artıyor

Doç. Dr. Enis Oğuz’un  verdiği bilgiye göre, “Yaş ilerledikçe çok büyük bir toplumsal sorun olarak, karşımıza atriyal fibrilasyon çıkıyor” diyerek şu bilgileri veriyor: “Atriyal fibrilasyonun görülme sıklığı yüzde 2 olduğu için, toplumsal sağlık sorunu sınıflamasına giriyor. ABD istatistiklerine göre, 80 yaşın üzerindeki her 10 kişiden birinde bu hastalık görülüyor. Öte yandan hiçbir kalp hastalığı olmayan gençlerde de ortaya çıkıyor. Tüm atriyal fibrilasyon hastalarının yüzde 20’sini bu grup oluşturuyor.”

Ritim bozukluğunun süresi önemli

Kalp hastalıkları, özellikle de kalbin kulakçıklarını büyüten hastalıkların atriyal fibrilasyona neden olduğunu söyleyen Doç. Dr. Enis Oğuz, yüksek kan basıncı ve hipertiroidinin de atriyal fibrilasyona yol açtığına dikkat çekiyor. Doç. Dr. Oğuz, atriyal fibrilasyon belirtilerini de şöyle özetliyor:
“Çarpıntı, bazen sadece halsizlik ve çabuk yorulma en önemli belirtiler oluyor. Kan basıncı ölçülürken kalp atışlarının düzensizliği fark ediliyor. Atriyal fibrilasyonda kalp hızı zaman zaman artıyor ya da azalıyor. Dikkat edilmesi gereken nokta, atriyal fibrilasyonun ne zaman başladığı ve ne kadar sürdüğü. Çünkü bu ritim bozukluğu 48 saatten uzun sürerse, kalpte pıhtı oluşabiliyor. Bu da inme riskini yükseltiyor.”

Tedavide kateter ablasyon

Atriyal fibrilasyonun tedavisinde ilaçlardan ve kateter ablasyon yönteminden faydalanıldığını söyleyen Doç. Dr. Enis Oğuz, “İlaçlar ritim düzenleyici ve kalp hızını kontrol eden ilaçlar olarak iki gruba ayrılıyor. Ritim bozukluğu ilaçları hastaların sadece yüzde 50’sinde başarılı sonuçlar veriyor” diyerek şöyle devam ediyor:
“Atriyal fibrilasyonu kronikleşen hastalarda, kalbin çok hızlanmaması için kalp hızını düşüren ilaçlarla tedavi planlanıyor. İnme riskini azaltmak için de kan sulandırıcı ilaçlardan faydalanılıyor. Kateter ablasyon yöntemiyle tedavide başarı oran yüzde 60-80 seviyelerinde oluyor. Atriyal fibrilasyonda zamanında önlem alınması ve tedaviye başlanması gerekiyor. Geç kalınırsa kronikleşiyor ve tedavi ile düzeltilmesi zorlaşıyor. İnmenin engellenmesi için mutlaka pıhtı eritici ilaçlar kullanılması gerekiyor.”

Arzu Kocabıçkıcı 

21 Şubat 2011 Pazartesi

Organ nakline duyulan ihtiyaç çok büyük

Organ Nakli Merkezi Başkanı Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, çok büyük organ nakli ihtiyacı bulunmasına karşın Türkiye'nin, organ bağışı konusunda, Avrupa'nın en geri ülkelerinden biri olduğunu söyledi.Türkiye'de organ nakli konusunda bilgi veren Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, "Türkiye'deki bütün çalışmaları çok yakından taklip ediyorum. Tıp olarak övünebilirsiniz. Türk doktorlar dünyadaki meslektaşlarıyla yarışabilecek seviyede. Organ nakli konusunda gelişmemiz lazım. Ülke olarak büyük bir eğitim seferberliği başlatmamız gerekiyor" şeklinde konuştu.
Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, Türkiye'de 2009 yılında 700'ün üzerinde karaciğer, 2 bine yakın böbrek, 54 kalp nakli yapıldığını dile getirerek, 21 merkezde karaciğer, 46 merkezde böbrek nakli ameliyatı gerçekleştirildiğini söyledi.
Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, Türk doktorların organ nakli ameliyatlarındaki başarı oranlarının, en ileri ülkelerden bile daha iyi olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Türkiye'de organ nakline duyulan ihtiyaç çok büyüktür. Özellikle organ bağışı konusunda Avrupa'nın en geri ülkelerinden birisiyiz. Bu tablo, insanımızın ihtiyaç duyduğu tedavi şansına ulaşamadığını göstermektedir. Bu konuda gelişme göstermemiz gerekmektedir. Devletimizin, organ nakli konusundaki hassasiyetine ve bu konuda artarak sürdürdüğü desteğe canı gönülden katılıyoruz fakat bunu da yeterli bulmuyoruz. Organ nakli bekleme listeleri uzamakta ve mevcut nakil ameliyatları sayısı bunu karşılayamamaktadır. Bu konuda çalışanların gerekli desteği almalarını ve ülke olarak büyük bir eğitim seferberliği başlamamız gerektiğini düşünüyorum.''

Organ bağışının artırılması ulusal bir mesele

Ege Üniversitesi Organ Nakli Koordinatörü Opr. Dr. Cemal Ata Bozoklar da Türkiye'de organ bağışının artırılmasının sadece doktorların ve hastaların sorunu değil, ulusal bir mesele olduğunu belirtti. Bozoklar, “Bu sorun, sivil toplum örgütleri, ilaç firmaları, hükümet ve medyanın ele ele vermesiyle çözülebilir” dedi.
Bozoklar, yoğun bakım ünitelerinden, ölümlerin zamanında bildirilmemesinin de organ bağışlarını olumsuz etkilediğini belirterek, organ nakli beklerken hayatını kaybeden birçok hasta bulunduğunu söyleyerek, “Türkiye'de bekleme listeleri adeta ölüm listeleri, çünkü gereken organları maalesef bulamıyoruz” diye konuştu.

Arzu Kocabıçkıcı





“Embriyo transferi kısıtlaması tüp bebekte başarıyı düşürecek”

“Ülkemizde 6 Mart 2010 tarihinde yeni çıkan yönetmelikten önce, üç embriyo transfer etmek yasal iken, şu anda bu konuda Sağlık Bakanlığı çıkartmış olduğu bu yönetmelikte çok ciddi bir şekilde ağır yaptırımlar getirmiş bulunmaktadır. Bu yönetmeliğin ülkemizdeki tüp bebek başarı oranlarını ciddi şekilde etkileyeceğini ve düşüreceğini düşünüyoruz.”

Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği (TJOD) İkinci Başkanı Bülent Tıraş ile infertilite ve Sağlık Bakanlığı’nın 6 Mart 2010 tarihinde yürürlüğe giren yeni tüp bebek yönetmeliği hakkındaki düzenlemeleri konuştuk...

Sağlık Bakanlığı’nın yayınladığı yönetmeliğin bu alandaki sorunlara çözüm getirebileceğini düşünüyor musunuz?

Tüp bebek uygulamalarında aslında ülkemiz son derece başarılı. Çevremizdeki birçok ülkeden çok daha başarılı ve sonuç olarak da ülkemize bu nedenlerle çevredeki birçok ülkeden, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarından ve diğer ülke vatandaşlarından çok sayıda tüp bebek tedavisi için gelen olmakta ve sağlık turizmi bu yönde pozitif gelişmekte. Ancak, 6 Mart 2010 tarihinde çıkan yeni yönetmelikle bu alanda ağır bir kısıtlamaya gidildi. Bu ağır kısıtlamalardan en önemlisi, daha önce üç embriyo transfer etmek yasalken, 35 yaşın altındaki kadınlara tek bir embriyo verilmesi, 35 yaşından sonra da iki embriyo verilmesi kısıtlaması.

Yönetmelikte, 35 yaşından genç kadınlara ancak daha önce iki defa başarısız uygulama olmuşsa iki embriyoya izin veriliyor. Bu düzenleme radikal ve kısıtlayıcıdır. Sonuçta, ülkemizdeki tüp bebek başarı oranlarını ciddi şekilde etkileyeceğini ve düşürüceğini düşünüyoruz. Uygulama yeni ama Sağlık Bakanlığı düzenleme sonrasına ilişkin verileri topladığında, başarı oranında ciddi bir düşüş görecektir. Düzenleme, çoğul gebelikleri önlemeye yönelik  radikal bir yaklaşımı gözetiyor ama tüp bebeğe ulaşmak için hastaların yaptığı masrafı ve devletin yaptığı sınırlı ödemeyi düşündüğünüzde hastalar aleyhine bir durum ortaya çıktığı da açık. 

Yönetmelikte, sanki tüp bebek yöntemleri hasta için zararlıymış ya da kaçak yapılıyormuş gibi neredeyse polisiye tedbirleri amaçlayan bir yaklaşım var. Ülkemizde zaten yasal olmayan sperm ve yumurta bağışı doktorlar tarafından hastalara söylenemeyecek. Sadece yasaklamakla kalınmıyor, söylenmesi halinde Cumhuriyet Savcılığına bildirilmesi, lisans iptali gibi cezalar öngörülüyor.

Ayrıca, dünyada bu tekniklerin ulaştığı seviye itibariyle, bu kadar radikal bir şekilde düzenlenmeye, kısıtlanmaya çalışılması ya da bu kadar cezalandırıcı önlemlere gidilmesi gerçekten günümüzdeki bilimsel seviyeyle bağdaşmamaktadır. Örneğin; bu yönetmeliğin ekinde yayınlanan Sağlık Müdürlüğü’nün yapacağı denetimlerle merkezlere verilecek ceza kısmında 15 gün süre içerisinde veya bir hafta süre içerisinde eksiğini yerine getirmeyenler kapatılır tarzında sert tedbirler görülmektedir. Buradaki amacı anlamakta biz zorluk çekiyoruz. Tüp bebek merkezlerinin acaba bu ülkeye ne gibi zararları vardır?

Ayrıca, yönetmelik bağımsız tüp bebek merkezlerinin kapanmasına yol açabilecek düzenlemeleri içeriyor. Hiçbir tüp bebek merkezinde doğum yaptırılmamaktadır. Doğum yaptırılmayan bir merkezde yeni doğan ünitesinin bulunmasının ne gibi bir faydası olacaktır? Tüp bebek merkezleri, gebe kalamayan çiftlere gebeliğin oluşturulmasını sağlamakla yükümlü olan bir kuruluştur. Sanki bütün gebelerin doğumunu da bu merkezler yaptırıyormuş gibi algılanıyor sanırım.

Yönetmeliği derneklerin ve bazı hastaların Danıştay’da dava ettiklerini biliyoruz. Hukuki girişim sürüyor ancak gönül arzu ederdi ki, Sağlık Bakanlığı bu yönetmeliği çıkarmadan önce derneklerle yapmış olduğu toplantılardaki önerileri dikkate alsın.

Maalesef bakanlıktaki bilim kurulunun da onayı alınmaksızın bu yönetmelik bu haliyle çıkarılmıştır. Sonuç olarak, biz bu yönetmelikte Sağlık Bakanlığı’mızın tutumunu anlamakta çok güçlük çekiyoruz. Tüp bebek merkezleri bu ülkenin kuruluşlarıdır ve bu ülkenin hastalarına hizmet etmektedirler. Özel tüp bebek merkezleri olsun, devlete ait tüp bebek merkezleri olsun, hastanelerle ya da müstakil çalışan tüp bebek merkezlerinin hepsi sonuçta bu ülke lehine çalışan kurumlardır. Hukuken açılan davaların sonucunda veya uygulama aşamasında hastalardan gelen şikayetlerde görülecektir. Üzücü olaylar da duyuyoruz, hastalar iki embriyo alabilmek için mahkemeye başvurup yaşını büyütmek istiyor. Neden bir embriyo fazla alabilmek için.

İşin bir de sosyal güvenlik yönü var. SGK imkanlarıyla tüp bebek uygulaması en fazla iki defa denenebiliyor. Kamu ikiden fazla tüp bebeğe para ödemezken, parasını ödemediği bir yöntemde niçin embriyo sayılarına bu kadar karışma hakkını kendinde görmektedir?

Hastalarımızda ciddi bir tepki olduğunu görüyoruz. Mutlaka bunları Sağlık Bakanlığımıza ve ilgili diğer kuruluşlara iletiyorlardır. Burada biz Sağlık Bakanlığı’ndan teşvik edici ve sistemi denetleyici bir rol bekliyoruz. Böyle radikal bir tedbirle uygulamanın yürütülemeyeceğine inanıyoruz. Umarım bu hatalar görülür ve geri dönülür.


Hukuki sorunlar bir tarafta, sosyal sorunlar bir tarafta. Çocuk olmadığında kadınlar suçlanırdı eskiden. Toplumumuzda bu türden bilinçsizlikler hala devam ediyor mu?

Aslında, toplumda bu konuda çok ciddi bir gelişme var. Özellikle toplumun sosyo-ekonomik olarak daha iyi durumda olan kesimlerinde hatta sosyo-ekonomik olarak gelişmesi az olan kesimlerinde dahi erkekten de kaynaklanabildiğine yönelik olarak bilinç düzeyi artıyor. Ama genel olarak baktığımızda hala kadınların bilinçsizce suçlanma oranının yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, her ne kadar bu olgu olsa da bir şekilde doktora ulaşıldığında teşhis konulduğunda, erkekten kaynaklı bir sorun varsa artık kabulleniliyor ve çözüm arayışına giriliyor. Bu soruna yönelik olarak başta kamu olmak üzere herkesin aydınlatıcı ve pozitif yönde rol oynaması önemli. Daha önce belirttiğim gibi mesela; tedavi sürecinin bir kısmını oluşturan tüp bebek yöntemlerine hatta merkezlerine karşı olumsuz bir yargı doğurabilecek mesajlar verilmemeli. 
  

İnfertilite dünyada ve toplumumuzda ne kadar sıklıkta görülüyor?
İnfertilite, genel olarak dünyada yüzde 15 civarında gözlenen bir problem. Buna yüzde 10-15 aralığında görülüyor diyebiliriz. Ülkemizde infertilitenin ne sıklıkta görüldüğüne dair ise ne yazık ki yapılmış bir toplum çalışması yok. Bu konuda Türk Jinekoloji ve Obstetrik Derneği ve Üreme Sağlığı ve İnfertilite Derneği (TSRM) bir epidemiyolojik çalışma başlatmak istiyor ama bildiğiniz gibi epidemiyolojik çalışmalar ciddi hazırlık gerektiriyor. Oldukça da maliyetli çalışmalar. Bu konuda Avrupa Birliği’nin fonlarına da bir müracaatımız oldu. Bu gelişmeleri bekliyoruz. Herhalde bu gelişmelerden sonra ülkemizde de topluma dayalı bir çalışma yapılarak infertilitenin sıklığını belirlemiş olacağız.
Arzu Kocabıçkıcı

Multipl Skleroz’a Karşı Yeni Ajan Yolda



Kazalardan sonra gençlerde sakatlığa neden olan bir numaralı neden olarak gösterilen Multipl Skleroz hastalığına karşı yeni çözümler araştırılıyor.
Farklı birçok belirti ile ortaya çıkan, bin bir yüzlü hastalık MS’e karşı yeni ilaçlar gündemde. Sanofi-aventis tarafından geliştirilen yeni oral tedavi ajanının hastalığın kontrolünde anlamlı iyileşme sağladığı belirtildi.  Ottawa Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Departmanı’ndan Prof. Dr. Mark S. Freedman, ilacın etkisinin MR sonuçları ile ortaya konduğunu söyledi.

MS'e karşı yeni çözümler araştırılıyor

Kazalardan sonra gençlerde sakatlığa neden olan bir numaralı neden olarak gösterilen MS’e (Multipl skleroz) karşı yeni çözümler araştırılıyor. Sanofi-aventis’in multipl skleroz tedavisi için geliştirdiği yeni oral tedavi ajanı teriflunomid ile gerçekleştirilen Faz II çalışmanın bir yıllık yeni sonuçlarını açıkladı. Bu yeni ajanla ile hastalığın kontrolünde anlamlı iyileşme gözlendiğini ortaya koydu. Hastalığın kontrolü MRG (manyetik rezonans görüntüleme) ile değerlendirildi. Güvenlilik profili, Faz II monoterapi çalışmasından elde edilen verilerle uyumlu bulundu.

Bu sonuçlar, Amerikan Multipl Skleroz Tedavi ve Araştırma Komitesi’nin (ACTRIMS: American Committee for Treatment and Research in Multiple Sclerosis), San Antonio’da (ABD) yapılan yıllık olağan kongresinde, en önemli sözlü sunumun konusu olarak sunuldu. Bu çalışma, MS hastalarında teriflunomidin tek başına  (monoterapi) veya yardımcı tedavi olarak etkinliğinin araştırıldığı, geniş kapsamlı bir klinik geliştirme programı çerçevesinde gerçekleştirildi.

Ottawa Üniversitesi (Ontario, Kanada) Tıp Fakültesi Nöroloji Departmanı’ndan Prof. Dr. (HBSc, MSc) Mark S. Freedman, “Bu keşif araştırmasının bir yıllık sonuçları, sabit beta interferon tedavisiyle birlikte uygulanan teriflunomid ile, MR incelemesiyle değerlendirilen hastalık aktivitesinde anlamlı iyileşme ve kabul edilebilir bir güvenlilik profili gözlenmesi bakımından cesaret vericidir. İnterferonla tedavi edilen ancak MR sonuçlarına göre hastalık aktivitesinin devam ettiği veya hastalığın tekrarladığı hastalara uygulanan bu yardımcı tedavi, şimdiye kadar karşılanamayan medikal bir gereksinime cevap olabilir. Bu sonuçları bir Faz III çalışma programında da tekrarlayabilmeyi umuyoruz” şeklinde konuştu.

Arzu Kocabıçkıcı




Üreme Tıbbı'nda nerdeyiz?



Üreme Tıbbı konuları içinde özellikle infertilite tanı ve tedavisinin yönetimi, yardımcı üreme teknikleri, insan genetiği, menopoz ve doğum kontrol yöntemleri ile ilgili bakış açıları değişmekte ve gelişmekte.

Üreme Tıbbı konuları içinde özellikle infertilite tanı ve tedavisinin yönetimi, yardımcı üreme teknikleri, insan genetiği, menopoz ve doğum kontrol yöntemleri ile ilgili bakış açıları değişmekte ve gelişmekte. Tedavi uygulamaları global olarak değişen sosyal, kültürel ve ekonomik koşulların değişimi ile farklılaşmakta. Prof. Dr. Timur Gürgan, bir taraftan yeni tedavi endikasyonları ortaya çıkarken diğer taraftan da daha ucuz ve etkin tedavi yöntemleri için taleplerin arttığı bilgisini verdi.   

Yumurta dondurma yöntemi

Prof. Dr. Timur Gürgan, "Ciddi bir hastalık nedeniyle hastanın yumurtalıkları tehlikeye girdiğinde, hasta erken menopoz tehdidi yaşadığında, ya da doğurmaya hazır olmadığı için yumurtalarını dondurarak saklatabilir. Kanser tedavileri ya da erken menopozla gelen kısırlığın önüne geçmede kullanılan "yumurta dondurma yöntemi' Türkiye'de de kullanılmaya başlandı. Yöntemle sadece genç yaşta değil, geç yaşta da anne olmak mümkün. Kanser tedavisinde başarı oranı yükseliyor, kanserli hastalar iyileşip normal hayatlarına geri dönüyor ancak bu kez de erken menopoz ve kısırlık sorunu baş gösteriyor" diye konuştu.
İnfertilite nedenlerinin yüzde 70'nin erkeklerdeki sorunlardan kaynaklandığını belirten Gürgan, "Erkek kısırlığına gerçekten son verebilecek bir çalışma olan, sperm kök hücrelerinin kullanılması çalışmaları sonuç vermeye başlamıştır. Kök hücrelerin sperm ve yumurta hücrelerine farklandırılması ile yeni ufuklar açılabilecektir" diye konuştu.

PCOS oluşturabileceği tablolar açısından çok önemli

Ege Üniversitesi Tüp Bebek Merkezi Müdürü Prof. Dr. Erol Tavmergen ise ‘ovulasyon indüksiyonu ve fertilitenin korunması’ konusunun oldukça büyük bir öneme sahip olduğunu belirterek şu bilgileri verdi:
“Polikistik Over Hastalığı bizim ülkemizde de yüksek oranda karşılaştığımız bir sorun. Yumurtlama sorunu olanların önemli bir kısmında bu problemle karşılaşıyoruz. Bu sorun kozmetik sorunların ötesinde uzun dönemde ortaya çıkabilecek metabolik hastalıklar açısından önemli. Kansere varabilen sonuçları bulunmakta.
Bu arada tedavinin yaşam kalitesine katkısı da önemlidir.  Bir insan bu tür bir rahatsızlıktan kurtulduğu zaman hele hele üreme yaşı içerisindeyse, üreme fonksiyonlarını yeniden geri kazanmak istiyor. Bu konu bugüne kadar bu çoğu kere gözardı edilmiş bir problemdir.
Birçok hastalık genç insanların üreme fonksiyonlarını kalıcı olarak etkileyebiliyordu. Oysa gelişmeler ışığında bu konularda alınabilecek tedbirler var. Artık tıbbın hizmetindeki teknoloji yardımıyla bu soruna çözüm bulabiliyoruz.”

Arzu Kocabıçkıcı